“Tekfir ve Tekfircilik Meseleleri 1” başlıklı yazımızda, tekfir ve tekfircilik kavramlarının arasını ayırmıştık, tekfirciliğin tarihi sürecine dikkat çekerek, tekfircilik fitnesinden sakındırmıştık.
O yazımızda kullanılan tabirleri doğru anlamakta fayda vardır. Çoğu zaman insanları, ifadelerde geçen kelimelere yüklenen anlamlar şaşırtıyor. Normal de “tekfir, tekfir konusu, tekfir meselesi” gibi ifadeler meşrû tabirlerdir; “tekfircilik, tekfir fitnesi” gibileri mezmûmdur.
Kısa ve anlaşılır birkaç noktaya temas etmek gerekirse; -daha önce de belirttiğimiz gibi- tekfir konusu alimlere ve ehil olanlara havale edilmelidir. Müslümanlar iman esaslarını bilmeye öncelik vermelidirler. Bu durumda imanın zıddı olan küfrün mahiyeti ve kâfirlerin sıfatları da anlaşılacaktır. Ama birebir “falan adam kâfirdir” gibi yaklaşımlardan uzak durmak gerekir. Bunun yerine “şu fiili işlemek küfürdür” yaklaşımı daha isabetlidir. Çünkü, akidevî ilkelerin fertler üzerinde varlığının yada yokluğunun tespiti, ilim gerektirir.
Bedenen yada rûhen hasta olan bir kimsenin hastalığının ve mahiyetinin tespit ve teşhisinin tıp bilgisi gerektirdiği gibi. Nasıl ki, doktor olmayan bir kişiye hastamızı emanet etmezsek ve ehliyetsiz kimsenin tıp bilgisine güvenmezsek; İslam’ı ve insanı tanımayan, ilmî ehliyeti bulunmayanların da “şu kâfirdir, şu mü’mindir” şeklindeki yaklaşımlarına itibar edilmez!
Eğer avam, tekfir meselesine girerse ilim sahibi olmadıkları için, nefsî davranır ve kendisi gibi düşünmeyenleri, söylemeyenleri ve inanmayanları kâfir sanabilir. Çoğu zaman da avam, karşısındaki insanın ne kastettiğinden habersizdir, ifadelerini doğru anlayamadığı için de kısır bilgisiyle tekfire sarılır. Karşımızdakiler her ne kadar bizim gibi konuşmuyorsa da, belki de sözleri bir ictihada uygundur; bu durumda bilgisizce tekfir etmek, tekfirciliğe girer. Çünkü ilke olarak ihtilaflı meselelerde, tekfir câiz olmaz. Bu saha, müctehidlerin ictihad edebilecekleri alandır. Câhilce, kendi fikrine uygun konuşmayanları tekfir edenler, aslında bu saha da aynı istikamette ictihad eden alimleri de tekfir etmiş olurlar. Bu da zulümdür, iftiradır ve kul hakkıdır!
Bu meselenin bir de ihtiyât boyutu vardır! Bir konuda alimler farklı ictihad yapmışlar ve o konuda bazıları “şöyle yapmak küfürdür”, bazıları da “böyle yapmak küfür değildir” diye fetva vermişlerse; bu konuda dikkat edilmesi gereken iki uyarımız vardır…
Birincisi; alimlerin ictihad edebileceği meseleler, muhkem nassların bulunmadığı yerlerdedir. Bu sahadaki isabetli fetvalara iki sevap, isabetsiz olanlara ise bir sevap verilmektedir. Alimler kendi ilmî dirayetlerine göre fetva verirlerken, farklı görüşlere sahip olabilirler. Fakat kesinlikle birbirinin aksine olan bu fetvalar sebebiyle alimler, kendileri gibi fetva vermeyenleri tekfir etmezler! Aksine onlar, bu sahanın ictihad sahası olduğunu, bu konuda muhkem nass olmadığını bilirler.
Bir örnek verelim; Kur’an’da namazı terk edenin hükmü muhkem bir ayetle, apaçık şekilde bildirilmediği için; bu konuda müctehidler fetvalar vermişlerdir.
Görüşleri özetleyelim:
Hanbelî mezhebine göre; bir vakit namazı özürsüz kılmayan kimse kâfir olur, dinden çıkar ve mürted olduğu için idam edilir. Yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz, Müslümanların mezarlığına gömülmez.
Yani bu mezhebe göre, tek vakit namazı keyfî olarak kılmamak küfür amelidir ve bu kişi; küfrü sebebiyle öldürülür.
Şafiî ve Malikî mezhebine göre; dinden çıkmaz ama had cezası olarak idam edilir.
Hanefî mezhebine göre ise; kan çıkıncaya kadar dövülür ve tekrar namaza dönünceye kadar hapisle cezalandırılır.
Şimdi bu fetvalar karşısında tutumumuz nasıl olmalıdır?
Bu ve benzeri durumlarda mü’minler, mezheplerine uymayan düşünce ve inanç sahiplerini tekfir etmemelidirler! Çünkü, onların mezhebi farklı olabilir yada araştırmacı, ilim adamı olabilirler ve delillerini akvâ (daha kuvvetli) buldukları bir görüşe inanabilirler.
İhtilaflı konularda dikkat çekeceğimiz ikinci mesele ise; ister itikâdî, ister amelî, ister ahlakî konularda olsun, alimlerin ihtilaf ettiği hususlarda avamı, kendi mezhebi bağlar. Ama farklı mezhepleri ve mensuplarını tekfir etmez, fâsık görmez; onlara da hoşgörülü olur. Bir konuda ihtilâf olmasına rağmen, alimlerin ekserisi bir görüş üzerinde yoğunlaşmışlarsa; bu durumda Müslümanların özellikle itikâdî meseleler ile ibadetler hususunda ihtiyât olarak, cumhur-u ulemâya uymaları isabetli olur. Böylesi bir davranış mezhepsizlik olmaz! Mezhepleri telfîk (birleştirme) de yoktur bu noktada! Bu durumda farklı asırlarda yaşamış olmalarına rağmen, aynı fetvayı veren cumhur-u ulemâya uyulmuş olmaktadır. Zaten araştırmacı Müslümanlar, sonra gelen müctehidlerin önceki selefleri olan alimlerin fetvalarını inceleyip, delilleriyle ulaştıkları neticeleri araştırıp öğrenirler ve ona uyarlar. Çünkü o deliller istikametinde kanaatleri o görüşün doğru olduğuna meyletmektedir. Ama bu meyil; asla tercih yada ictihad değildir; bilâkis çok sayıdaki müctehidin ictihadıdır. Bu durumda araştırmacı ve münevver Müslüman, kendi görüşüne değil; alimlerin fetvasına uymaktadır. Bu konunun istismar edilmemesine de dikkat etmelidir. Biz, burada ihtiyât karinesinden bahsediyoruz. Nefse uyma hastalığından değil…
Bu noktada konuyu toparlamak için şu cümleyi söyleyebiliriz: Müctehidlerin “şöyle yapmak, şöyle demek küfürdür” dedikleri meselelerde ittifak oluşmamışsa, Müslüman o amelden ve sözden uzak durmalıdır. İttifak oluşmuşsa zaten “icmâ” dinde bağlayıcı bir delildir.
Biz, burada küfür fetvası verilmiş olan meseleleri işlemekten ve söylemekten ihtiyâten sakınmak gerektiğini söylüyoruz! Ama herhangi bir Müslüman da bazı alimlerin “küfür fetvası” verdikleri o fiille amel ediyorsa, o kişinin de tekfir edilmemesi gerekir.
Neden tekfir edilmemesi gerekir? Çünkü daha önce de dediğimiz gibi, geçerli bir ictihadın olduğu yerde tekfir sâkıt olur (düşer). O kişiyi tekfir etmek, o amel veya sözü küfür olarak görmeyen müctehidleri de tekfir etmeyi gerektirir sonuçta.
Şunu unutmayalım; tekfir de bir fetva işidir! Özellikle de ihtilaflı konularda… İlmi olmayanlar, Kur’an’daki mutlak küfürleri bile bilmezler. Onun için, insanlar bu işe cesaretlendirilmemelidirler. Ama mü’minler, küfür ve şirki çok iyi bilirler ve onlardan sakınırlar; böylece imanlarını korurlar.
Mü’min, imanını şirk ve küfre karşı korumaktadır. Bunları ve fâillerini bilmeden/tanımadan imanı muhafaza etmek mümkün olmaz.
İşte burası –hep dediğimiz gibi; tekfirciliğe girilebilecek sınır noktasıdır. Mü’minler için olası tehlike, tekfircilik fitnesidir! Yani tekfir konusunu abartıp, kendisi gibi yapmayanları/söylemeyenleri dindışı görmektir.
Tekfircilik daha çok muayyen tekfirlerde kendisini gösterir. Girme vizemiz olmayan bu sahaya girerek fitneye düşmekten korunmanın yolu, bu işi alimlere bırakmaktır. Birebir tekfirin fetva meselesi olduğunu unutmamak gerekir.
Avam, mutlak küfürleri iyi bilmelidir ve umumî tekfirle yetinmelidir. Umumî tekfir, Allah’ın iradesinde küfür ve şirk olan amellerin ve itikadın reddidir. Bu genel tekfir, imandandır. Yani küfr-ü bevvâh ve küfr-ü sarîh bir ameli ve sözü reddetmektir ve bu sıfatı taşıyanları umumî olarak tekfir etmektir.
Tekfircilik tehlikesini ve ümmet için tefrika nedeni bir fitne olduğunu söylerken; imanın gereği olan tekfirden gâfil olmanın da bir fitne olduğunu söylemek isteriz! Yani “şu amel, şu söz küfürdür; şu sözü, şu ameli söyleyen/yapan kâfirdir” gibi fetva meselelerini bilmek, mü’minin görevidir.
Küfür sözü söyleyenlerin kâfir olacağına dair, Kur’an’a kulak verelim:
“Andolsun ki; ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler, kâfir oldular.” *
” ‘Allah gerçekten üçün üçüncüsüdür’ diyenler de andolsun kâfir oldular.” *
“Andolsun, onlara soracak olsan, elbette şöyle diyeceklerdir: ‘Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.’ De ki: ‘Allah ile, O’nun ayetleriyle ve Rasûlü ile mi eğleniyordunuz?’ Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz.” *
Görüldüğü gibi; Allah, küfür sözlerini söyleyenleri tekfir ediyor ve kâfir olduklarını söylüyor. Bunlar Allah’ın hükmüdür. Biz de aynen Allah’ın dediği gibi iman ediyoruz…
Umûmî tekfirle ilgili olarak, şunu da söylemeden geçmeyelim; umumî tekfir, muayyen tekfiri gerektirmeyebilir.
Zira bir kimsede küfrün sübûtunun kesin bir delille ikâme edilmesi gerekir ve o şahsın tekfirine mâni bir durum da bulunmamalıdır.
Bir kimsenin tekfir edilmesini engelleyen durumlara kısaca “Mevâniu’t Tekfîr” denir.
Bunlar ikrah (meşrû zorlama), makbûl bir te’vîl, hata (yanlışlıkla bir söz söylemek, amel işlemek), cehâlet (fetret döneminin bilgisizliği).
Tekfire engel olan durumları keyfî yorumlamamak gerekir. Tekfire engel olan durumlar hususunda, mezhepler boyutunda ittifak ve ihtilaf boyutları bulunmaktadır. İttifak edilenlere kesin uymak gerekir. Farklı yaklaşımlar karşısında da tekfirden sakınmak, amel ederken tedbir ve ihtiyât’a uygun hareket etmek lazımdır.
Şunu unutmamak gerekir, İslam’dan sonra kimse bilgisiz olduğu gerekçesiyle kendisini mazur görmesin! Kur’an ve elçiler geldikten sonra cehâlet, kimsenin özrü değildir artık! Kur’an bunu açık şekilde belirtiyor:
“Şu Kur’an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup uyarmam için vahyolundu” *
“Müjdeleyici ve korkutucu olarak Peygamberler (gönderdik ki), insanların Peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” *
“Ve onlar orada (cehennemde) feryat ederler: ‘Rabbimiz, bizi çıkar ki, önceden işlediğimizden başka türlü salih bir amel işleyelim.’ ‘Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı ve size uyarıcı gelmedi mi? O halde şimdi tadın (azabı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.” *
Allah, bu ayetlerde Kur’an ve Peygamberler gönderdiğini ve insana hidâyeti bulabilecek kadar bir ömür verildiğini bildiriyor. Artık, bunlardan sonra kimsenin Allah’a karşı geçerli bir özrü kalmamıştır.
Ayrıca İslam ve Tevhid’i bilmemek mazeret değil, suçtur!
İnançsızlıklarını affettirmek ve azaptan yakalarını kurtarmak için cehâlet bahanesine yapışanlar, cehâleti iptal eden Kur’an’dan da kaçmaktadırlar.
Böyle yapanlar En’âm: 19’u tekrar okusunlar: “Şu Kur’an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup uyarmam için vahyolundu.”
Bu ayette dikkat edilecek iki nokta vardır. Ama her iki nokta da ‘bilgisizlik’ bahanesinin arkasına saklananların aleyhinedir! Ayette “ve men beleğa” ifadesi geçer. Buna iki türlü anlam verilebilir:
Birinci anlam; az önce de belirttiğimiz gibi, “(Kur’an) her kime ulaşırsa.” şeklindedir.
Diğer anlam; “her kim ona (Kur’an’a) ulaşırsa.” şeklindedir.
İki yorum da Kur’an’a ulaşma imkân ve iktidârını esas alıyor. Birincisi; “Kur’an’ın insana ulaşması”, ikincisi; “insanın Kur’an’a ulaşması”.
Kur’an gelmiştir ve kıyamete kadar herkese ulaşacaktır, Rabbimiz Kitabını her türlü saldırı ve tahribâttan koruyacaktır; artık kimsenin bahanesi olamaz!
Ayetin tefsir şeklinin iki manaya muhtemil olmasının da İlâhi hikmet ve sebepleri vardır. İslamî ailede, İslamî çevre yada coğrafya da doğmayanlar için de bir ikazdır bu ayet! Bu kişiler bizzat kendileri Kur’an’a ulaşmakla mükelleftirler. Ahirette, “biz Müslüman bir ailede yada ortamda doğmadık, ne yapabilirdik” diyemezler! Allah, Kur’an’ı sadece Müslüman ailelerde, İslamî asır ve coğrafyalarda doğanlar için göndermemiştir. Kur’an, gönderilişinden itibaren kıyamet gününe kadar herkese hitap eden Allah’ın Kelamıdır.
Allah kimi, nerede ve nasıl yarattığını ve nelerle mükellef tuttuğunu daha iyi bilmektedir. Kimse Allah’ı suçlayıp iftira edemez.
Rabbimiz rahmet ve hikmetleri gereği, herkes için sayısız hidâyet sebepleri yaratır. Gayr-i İslamî ortamlarda olanlara ve gayr-i Müslim aileler arasında yaşayanlara uygun, onların hidâyetlerine vesile olacak sayısız vesileler yaratmaktadır Rabbu’l Âlemîn…
Allah, İslamî bir ailede yaratmadığı kişilere, onların ihtiyaç ve menfaatlerine uygun hidâyet vesileleri gösterir. Yüz çevirirlerse kendi aleyhlerinedir.
Ayrıca Müslüman geçmişi olan soydan gelenlerin hepsinin Müslüman olduğunu söylemek de doğru değildir! Zira iman sadece ikrardan ibaret değildir. İman iddiasının yanında küfür sözlerini söyleyen, küfür amellerini işleyen bir kimse Müslüman değildir! Çok insanın yanılgısıdır bu! İslam’ın miras gibi nesilden nesile aktarılan genetik bir değer olduğunu sanırlar. Oysa herkes tek tek bulûğ çağına erdiği andan itibaren iman etmekten ve iman ettikten sonra İslam’a uygun yaşayıp yaşamamaktan imtihana tâbi olmaktadır.
Sonuç olarak şunu söyleriyebiliriz:
Nerede doğar ve yaşarsa yaşasın; bilgisizlik –fetret dönemi hariç- kimsenin Allah’ın azabına karşı zırhı olamaz! Fetret döneminde Kitap ve Peygamber olmadığı için, Kitap olsa da tahrif olduğu için; o dönemde insanlar söz ve fiillerin küfür olanını anlayamazlar. Ama yine de akıl ve fıtratlarının yardımıyla, kâinattaki sayısız işaretlerin rehberliğinde putlara tapmamakla mükelleftirler. Fetret döneminde dahi Allah, putlara tapmaktan ve şirk koşmaktan razı değildir. İnsan fıtratı itibariyle her dönemde Allah’a iman etmeye uygun olarak yaratılmıştır. Allah, tüm kullarının fıtratına yani yaratılış mayasının içine şirki, küfrü, putlara ve sahte ilâhlara tapınmayı çirkin olarak yazmıştır. Bu nedenle fıtratı bozulmamış herkes, çirkini çirkin; güzeli güzel görür.
Şirkten sakınmak sadece belli dönemler için emredilmiş bir buyruk değildir! Allah, şirkten sakınmayı tüm kullarına ve her ortamda emretmiştir. Müşriğin imanını da kabul etmemektedir.
Şirk koşanların bütün amelleri boşa gitmiştir ve ebedi zarara uğramışlardır:
“Andolsun, sana ve senden öncekilere ‘eğer şirk koşarsan, andolsun ki amelin boşa gider ve muhakkak zarar edenlerden olursun’ diye vahyolundu.” *
“Kim imanı inkâr ederse ameli boşa gitmiş olur ve o ahrette de ziyana uğrayanlardandır.” *
“Kim kâfir olursa küfrü kendi aleyhinedir. Kim de salih amel işlerse, onlar da kendileri için (cennetteki yerlerini) hazırlamış olurlar.” *
Tekfirciliğin afetlerini anlatırken; kastımızın Müslümanları tekfir fitnesine dikkat çekmek olduğunu belirterek şu ikazı yapalım: Kendisine İslam daveti ulaştığı halde, o davete aldırış etmeden ve araştırma yapmadan câhilce bir hayatı seçenler, mazur olamazlar.
Küfürden ve şirkten Allah’a sığınıyoruz!