4 Ekim 2024 , Cuma - 08 : 43

PEYGAMBERİMİZ ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂM DÖNEMİNİN DÜNYA KONJONKTÜRÜ

Peygamberimizin gönderildiği dönemde başta Arap yarımadası olmak üzere tüm dünyayı baştan başa şirk ve küfür dalgası kuşatmıştı. Her toplum kendi içinde bir dünya görüşü ortaya koymuş medeniyet, kültür, sanat ve kanunlar tesis etmişlerdi. Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, son elçi olarak gönderildiği zaman, Arabistan yada çevre ülkelerden insanların kültür ve medeniyetten mahrum oldukları için, başka seçenekleri bulunmaması gerekçesiyle ilâhi çağrıya olumlu cevap verdikleri anlayışı yanlıştır. Tam aksine Arap yarımadası ile o dönemin iki süper gücü kabul edilen Roma ve İran devletleri ile diğer toplumlar koyu bir câhiliyye’yi yaşıyorlardı. İnsanlar, bu beşeri sultaların baskı ve eziyetlerinden bıkarak İslam’ın çağrısını kendileri için büyük bir kurtuluş olarak görüyorlar ve İslam dinine giriyorlardı. “O dönem insanlığın elinde Roma medeniyeti, bu medeniyetin kültürü, kitapları ve Avrupa medeniyetinin hâlâ üzerinde yaşadığı veya bir uzantısı durumunda olduğu Roma kanunları vardı. Yine o dönemde, bugün bile Batı düşüncesinin kaynağı olma vasfını sürdüren Yunan medeniyeti, onun mantığı, felsefesi ve sanatı mevcut idi. Ayrıca o dönemde, İran medeniyeti, onun sanatı, şiiri, mitolojisi (masal ve destanları), inanç sistemi ve idare sistemi vardı. Uzak-yakın başka medeniyetler de vardı: Hint medeniyeti, Çin medeniyeti ve diğerleri. Yahudilik ve Hıristiyanlık, Arap yarımadasının kalbinde yaşarken, Roma ve İran medeniyetleri yarımadayı kuzeyden ve güneyden kuşatmış bulunuyorlardı. O halde o ilk neslin teşekkülü döneminde, onları sadece Allah’ın Kitabına bağlayan faktör, dünya çapında bir medeniyet ve kültür kaynağından mahrum olmaları değildi.” * İslam, insanlığı kulların hevâ ve heveslerine köle olmaktan kurtarıyor, insani hak ve özgürlüklerini kendisine iade edip, onlara onur ve saygınlığı tekrar kazandırıyordu. İnsanlık Arap yarımadası ve diğer çağ ve coğrafyalarda; tâğutların, zalimlerin baskı ve zulümlerinden bıkmıştı. Temel hakları ellerinden alınarak kölelik sistemiyle pekçok efendilere kul edilmişlerdi. Kan dökücülük yaygınlaşmış, insan hayatının hiçbir değeri kalmamıştı. Ahlak ve şeref kalmamış, zina yaygınlaşmıştı. Hırsızlık, yankesicilik, yağma ve talan günlük olağan olaylar haline gelmişti. Hak ve adalet kavramları, anlam değiştirmiş, güçlünün, efendinin, idarecinin, zenginin üstünlüğüne dayalı bir adalet anlayışı ile sadece üstünlerin hukukunu koruyan bir sistem kurulmuştu. Rüşvet, insani ilişkilerde yaygınlaşmış parası olanın hak satın aldığı bir mekanizma oluşturulmuştu. Ekonomik ve sosyal ilişkilerde faiz ve tefecilik, fakir, miskin, yetim ve köleleri iyice eziyor; zengini daha çok zenginleştiriyor, fakiri de iyice fakirleştiriyordı. Ahlaki değerler güçlülerin zevklerine göre şekil alıyordu, toplumlar ahlaki yönden iflas etmiş durumdaydı. Irkçılık, kavmiyetçilik, kabilecilik taassubu çok ilerlemiş, bütün münasebetlerde iltimas ve adam kayırıcılık almış başını gitmişti. Kanunlar, güçlüden yana ve Allah’ın mutlak otoritesini reddetme ilkesine dayanıyordu. O günün dünyasında şirk ve putperestlik çok yaygınlaşmış, semâvi din tahrif edilmişti. Bazı kesimler ateşe veya doğadaki birtakım nesnelere tapar hale gelmişti. Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin hak semâvi din olma iddiaları insanların pek çoğunun semâvi dine karşı önyargılı olmasına neden oluyordu. Çünkü kendilerini Allah’a nisbet etmelerine, risalet müessesesine inandıklarını, kitaplarının Allah’tan geldiğini iddia etmelerine rağmen; Allah’ın Kitabını değiştirmişler; şirk, isyan, zulüm temeline dayalı yeni bir din icat etmişlerdi. Halkın büyük çoğunluğu bu durumu bilmediği için, ilâhi dine karşı önyargılı yaklaşıyorlar; kendi şirk ve küfür kültürlerine devam ediyorlardı. İslam’ın geldiği dönemin dünya konjonktürü böyle idi. İnsani değerler tamamıyla iflas etmişti. İnsanlık artık ilahi ışığa muhtaçtı. Câhiliyye adetlerinin her türünün en koyu bir biçimde yaşandığı bu dönemde Rabbu’l Âlemin, Abdullah’ın oğlu yetim ve emin Muhammed aleyhisselâm’ı kurtarıcı olarak gönderiyordu insanlığa. Yolu gözlenen, özlemle beklenen, peygamberlik zincirinin son halkası Hâtemu’n Nebiyyîn idi o. Ona tabi olan, davetine uyan kurtulacak, ona karşı çıkan ebedi hüsrana uğrayacaktı. Tüm dünya müstekbirlerinin düzenlerine başkaldırıydı onun geliş nedeni. İlk işi insanları İslam akidesine, Tevhid’e, Lâ ilâhe illallah’a çağırmaktı. Efendimizin davası, ‘Allah’tan başka ilâh (ibadet ve itaat edilecek merci) yoktur, Muhammed O’nun Rasûlüdür’ ilkesine dayanıyordu. Bu yolda uzlaşma, taviz, nefse uyma, saptırma yada yağcılık asla yoktu. Allah’tan gelen hakkı açıkça tebliğ etmekle memur idi o. O da öyle yaptı. Allah’ın buyruklarını Allah’ın istediği şekilde tebliğ etti. Peki o dönemde tebliğ yöntemleri açısından alternatif yollar nelerdi? Sıkıntı ve çilelerden uzak durarak da akide açıklanabilir miydi? Bazılarının dediği gibi maşa varken elini ateşe sokmadan, rahat ve huzurunu bozmadan, yazın serin kışın sıcak klimalı ev, dükkan ve arabalardaki konforlu yaşamı yitirmeden, din adına mangalda kül bırakmamacasına da dinin sözcülüğü yapılabilir miydi? Şu türden sözleri çok duyarsınız. ‘Şu makama gelirsem, diploma sahibi olursam, şu partiye yada gruba girersem, zengin olursam, şu işte çalışırsam, şöyle yada böyle yaparsam daha kalabalık kitlelere ulaşabilirim, dini yönden daha büyük hizmetler verebilirim’ gibi iddialarla helale harama bakmadan, Allah’ın sınırlarını gözetmeden keyfi davranışlarla yapılan hareketlerin İslam’da yeri var mıdır? Fetânet (insanların en zekisi olma) sıfatına sahip, aklı ve muhakemesi mükemmel olan Efendimiz acaba tebliğ şekli konusunda kendi ictihadına mı uydu? Yoksa her konuda Allah’tan vahiy mi bekledi? Peygamberimiz beşeri politikalara mı uydu yoksa vahyin yönlendirmene mi teslim oldu? Bu soruların cevabına geçeceğiz. Bu konuyu açıklamak; her dönemde var olan, beşeri fikri akımların meşru bir hedefe bağlanılması, iyi niyetlerle gerçekleştirilmesi sâikiyle, muhtelif tebliğ yöntemlerini meşrulaştırmaya çaba sarf eden kimselerin stratejilerinin vahiyden kaynaklanmadığının anlatılması açısından çok önemlidir.

Peygamberimizin Tebliğ Stratejisi:

Adaleti üstün tutan, hak ve özgürlükleri koruyan bir sisteme o gün insanlık her zamankinden daha muhtaçtı. Aslında bütün insanlık bu zulüm ve câhiliyye sistemlerinden muzdaripti. Kabileler arası iç çatışmalar, kan davaları, faiz, rüşvet, fuhuş, insanın mal gibi alınıp satılması, kadının değerinin olmaması, putperestlik, hak ve adaletin parayla satın alınması, ırkçılık, insan haklarının bulunmaması, asayiş ve güven ortamının yokluğu gibi pek çok gayri insani âdet ve gelenekler hayatı çekilmez bir hale getirmişti. Bu nedenle ortak şikayetler, dert ve talepler vardı. Peygamberimiz o günün insanlarıyla ortak paydaları harekete geçirerek, İslam’a taraftar toplayabilir ve günümüzün anlayışıyla, kestirme yoldan İslam’ı kısa zamanda herkese ulaştırabilirdi. Bu şekilde çoğunluğun desteğini arkasına alabilirdi. Bu cümleler, halkın çoğunluğunun arzularına uymanın meşru olduğuna delâlet etsin diye yazılmıyor. Hak, çoğunlukla beraber değildir. İnsanların çoğunun beklentilerini karşılamak da hak ve özgürlük dağıtmak anlamına gelmez. Bütün insanlar bir görüş üzerinde ittifak etseler, o görüş Allah’ın hükmüne aykırı ise; o batılıdır, yanlıştır. Çoğunluğun görüşü, azınlığın görüşü yahut da herkesin görüşü diye birşey yoktur. Doğru tektir. O da Allah’ın dediğidir. Peygamberimiz, risaletle görevlendirildiği ortamda pek çok zulümlerden müşteki olan halk kesimlerinin desteğini elde edip, onların kendisine tabi olmasıyla güç kazanabilirdi. Güçlendikten sonra da Akide’yi açıklamaya başlayabilirdi. Örneğin kölelik sistemi nedeniyle ezilen köleleri, sermayedarların ve makam sahiplerinin baskısı altında sömürülen fakir ve miskinleri, velisi olmayan yetimleri, yaşama hakları bile ellerinden alınan, küçükken diri diri toprağa gömülen ve erkeğin şehvetini tatmin etmede kullanılıp, mal gibi alınıp satılabilen kadınları, faizcilikten, ahlaksızlıktan, putçuluktan ve kavmiyetçilik taassubuyla basit nedenlerle ortaya çıkan savaş ve iç karışıklıklardan, huzursuzluktan, adaletsizlikten ve buna benzer çok sayıdaki haksızlıklardan, bağnazlıklardan ve tutuculuklardan rahatsızlık duyan, bunlara karşı içsel anlamda tepki gösteren pek çok kesimlerin desteğini almak o dönemde zor değildi. ‘Halkın hak ve özgürlüklerini elde etmesi’, ‘Halkın özgürlük ve huzuru’, ‘Halkın iradesini üstün kılma’ gibi sloganlarla oluşturulacak bir yapılanma, insanları cezbedecek bir politik manevra olurdu. Lâkin Allah’ın Râsûlü bu olası politikalara asla tevessül etmedi, sadece Allah’ın emir ve yönlendirmesine uydu. Allah’ın elçisinin tuttuğu yol, Allah’ın irade ve emridir. Muhammed ümmeti de o aleyhisselâm’ın, sünnetine uymakla mükelleftir. Birazdan sayacağımız olası durumlar ve daha fazlası her dönemde insanların kurtuluş reçetesi olarak kendisinden medet beklediği seçenekler olmuştur. Fakat insanlara huzur ve mutluluğu, savaş ve zulümden uzak barış ortamını ancak ve ancak anlamı da huzur ve barış olan İslam verebilir.

O dönemde Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın önünde duran tatbik edilmesi durumunda insanların büyük bir bölümünün teveccühünü kazanacak varsayımlardan başlıcalarını şu şekilde sıralayabiliriz:

1) O gün ırkçılık, kavmiyetçilik, asabiyyet, kabilecilik o kadar önemseniyordu ki; efendimiz Arap ırkını ve kabilelerini arkasına alarak, Arap kavmiyetçiliği şuurunu uyandırarak onlarla bir konsensüs oluşturup bunun sonucunda İslam’ı tebliğ etmeyi hedefleyebilirdi. Peygamberimiz, Kureyş kabilesinin en saygın soyu olan Haşimoğulları koluna sahipti. Kendisine Muhammedu’l Emin (güvenilir, doğru Muhammed) denilen, risaletinden onbeş sene önce Ka’be hakemliğinde hükmüne başvurulan peygamberimiz, ‘Arapçılık’ yada ‘Arap kavmiyetçiliği’ davasıyla ortaya çıkmış olsaydı; iç çatışmalar ve ayaklanmaların parçaladığı, bu kabileleri kavmiyetçi bir hedefe yöneltebilirdi. İlk andan itibaren de kendisine karşı çıkan insanlarla mücadele etmez, onları yanına almış olurdu. Fakat Allah, böyle bir metod emretmemişti. Tam aksine İslam, ırkçılığı kaldırmak için gelmişti. Benimsemediği ve şirk olarak nitelendirdiği bir anlayışa İslam nasıl muhtaç olabilirdi?

2) Peygamberimizin benimseyebileceği stratejilerden bir tanesi de, Arapçılık davasında kendisine icabet eden Arapların desteğiyle tam yetkiyle devlet idaresini ele geçirdikten sonra, bu yetkilerini Tevhid akidesini yerleştirmek için kullanabilirdi. Yada Mekkelilerin ‘gel bizim devlet başkanımız ol’ tarzındaki tekliflerini kabul edip, otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra zamanla İslam’ı tedricen (parça parça, aşama aşama) tebliğ ederek, topluma yerleştirmeye çalışabilirdi. Efendimizi böylesi davranış şekillerinden tenzih ediyoruz. Tenzihin ötesinde zaten o böyle yollara asla tevessül etmeyerek, müşriklerle uzlaşmaya, koalisyona yaklaşmadı. İslam bir bütündür. Ya tamamen kabul edilir, ya da reddedilir. Peygamberimiz, Arap kavmiyetçiliği davasıyla hareket etmiş olsaydı o dönemde tüm Arap kabileleriyle birlik olup kuzeyde Bizans güneyde İran gibi emperyalist imparatorlukların gasp etmiş oldukları toprakları almak için ırksal bir amaç oluşturabilirdi. Bu durumda insanlar, beşeri hakimiyyete boyun eğdirildikten sonra Rablerinin hakimiyyetine boyun eğdirilebilirdi. Bu bir varsayımdır. Allah’ın Rasûlünün yapmadığı fakat İslam davasının mahiyetini anlayamamış pekçok insanların çoğu zaman tercih ettiği yöntemlerdir. Allah Teâlâ elçisini işin başından itibaren Lâ ilâhe illallah’ı açıklamakla görevlendirdi, bu şekilde hem kendisini hem de kendisine uyan azınlığı pekçok sıkıntılara göğüs germeye yöneltti. Allah, mü’minlerin sıkıntıya düşmelerini istemez. Ama kavmiyetçilik yada diğer beşeri davaların çıkar yol olmadığını biliyordu. Allah’ın iradesi, yeryüzündeki tâğutların egemenliğine son verilip ilâhi iradeye dayalı bir sistem kurulmasıdır. Yoksa yeryüzünü Bizanslı yada İranlı tâğutların egemenliğinden kurtarıp Arap ırkına mensup bir tâğutun egemenliğine razı olmak çıkar yol değildi. Yeryüzü Allah’a aittir. Bütün tâğutlar reddedilmedikçe ve yeryüzünde Lâ ilâhe illallah bayrağı dalgalanmadıkça yeryüzü Allah için kurtarılmış olmaz. Alîm ve Habîr olan Rabbimiz bu nedenle elçisine, kavmine Lâ ilâhe illallah’ı tebliğ etmesini emretti. Akide’yi bu davanın başlangıç noktası kıldı. Kendi dilinin anlamlarını ve inceliklerini çok iyi bilen Araplar, Kelime-i Tevhid’i çok iyi anlıyorlardı. Bu cümle, ulûhiyyetin en önemli özelliğini gasbeden yeryüzü kaynaklı otoritelere bir başkaldırı anlamı taşıyordu. Allah’ın izni olmaksızın kendi nefislerinden uydurdukları şeriat’la hükmeden beşeri ideolojilere karşı isyan idi. Araplar o dönemde bu davanın, kendi durumları, kabile reisleri ve zulüm otoriteleri açısından neler ifade ettiğini çok iyi biliyorlardı. Onlar, kendi lügatlarını iyi bildikleri için Kelime-i Tevhid’den şunları anlamışlardı:

Hakimiyyet ancak Allah’a aittir.

Allah’dan başka hiçbir kimse insanlar üzerinde şeriat ve kanun vaz edemez.

Hiçbir kimsenin diğeri üzerinde egemenlik kurmaya hakkı yoktur.

İslam kan, soy, toprak, devlet, kabile ve ırk gibi ayırt edici özelliklere dayalı asabiyete karşıdır. İslamda, insanların ötekileştirilmesi ve özelleştirilmesi ile ayrıştırılması yoktur. İslam’ın insanlardan istediği tek milliyet Akide’ye dayalı milliyettir. Arapların, Bizansların, İranlıların diğer ırk ve renklerin Allah’ın sancağı altında eşit olduğu akide milliyeti. İşte Allah’ın istediği ve elçisini yönelttiği çıkar yol bu idi. “Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm kalbi, aklı, düşüncesi, şuuru ve oluşumu Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği ilâhi metodun dışında kalan her türlü tesirden kurtulmuş bir nesil meydana getirmek istiyordu.” * “İslam’ı ya bir bütün olarak alınız yada onu bırakınız” * İşte bu insanlığın önünde bulunduğu bir yol ayrımıdır! Ya İslam’ı tercih edecekler, Allah’ın şeriatına uyacaklar yada başka bir ideolojiye tabi olacaklar. Bu iki yoldan birine girerek kişi ya kurtulur yada ebedi zarara uğrar. Günümüzde moda olan hoşgörü ve dinler arası diyalog gibi safsatalarla uzlaşmacı, pazarlıkçı, tavizkâr bir Müslümanlık modeli yoktur. Diğer dinlerle uzlaşılacak bir hikmet görenin İslam’la ilgisi kalmaz. İslam tamamlanmıştır ve insanlık için bir nimettir. * Başka bir kaynağa ihtiyacı yoktur. Hoşgörü yada dinler arası diyalog ile kastedilen, Müslümanların İslam’a zıt fikir ve inançlara müsamahayla yaklaşmasıdır. Özellikle günümüzde hoşgörü isteyenler, kendi batıl ve çarpık fikirlerinin hoş görülmesini beklerler. O fikirlere aykırı olan hakikatten taviz verilmesini isterler. Ama Efendimiz Mekke müşriklerinin başkanlık teklifini bile kabul etmiyor, onlarla uzlaşmıyor ve Allah’ın yönlendirmesine göre vahyi insanlara tebliğ ediyordu. Müşriklerin makam tekliflerinin amacının uzlaşma olduğunu ve taviz istediklerini yada isteyeceklerini o aleyhissalâtü vesselâm, çok iyi biliyordu. Geçmişte de, günümüzde de makam teklifleri uzlaşmacı ve tavizkâr bir zihniyetin politikasıdır. Ancak tavizci, makam, mevki, şan, şöhret, dünya ve mal sevgisi bulunan kimselerde etkisini gösterir bu teklifler. Câhiliyye toplumları bu yüzden ehil olmayan kimselerin işbaşında olduğu dönemlerdir. Ehliyetsiz kişilerle akide’yi bir kenara bırakarak uzlaşmak da, olsa olsa hümanist bir yaklaşımdır.

3) İslam’ın, İlâhi menheci, metodu esas almaksızın tebliğ edilmesine dair varsayımlardan biri de; efendimizin köle, yetim, miskin ve fakirleri teşkilatlandırarak Mekke’nin zalimlerine, tâğutlarına, zenginlerine karşı isyan bayrağı açma ihtimalidir. Servet ve makam sahiplerine karşı fakirleri ayaklandırarak, zenginlerin mallarını fakirlere iade etmeyi hedefleyen sosyalist bir dava ile ortaya çıkmış olsaydı, halk kitlesinin desteğini arkasına alabilirdi. Takdir edileceği gibi bu sınıftaki insanlar, her zaman tâğutlardan, zenginlerden, efendilerden daha büyük bir kemmiyettedir. Bu şekilde Efendimiz, Mekke şirk sistemine karşı kısa zamanda bir zafer kazanabilirdi. Daha sonra da tüm dünyaya davetini ulaştırabilirdi. Ama tabiki bu yolu da denemedi Peygamberimiz. Çünkü ilâhi irade ondan böyle bir şey istemiyordu. İslam nasıl ki Allah’tan ise, onun tebliğ şekli ve hayata hakim kılınışı da Allah’ın iradesine dayanmak zorundaydı. Hedefe ulaşırken her yolun meşru olduğu zihniyeti israiliyyata ve şirk zihniyetine dayanır. İslam akidesine göre; hedef nasıl meşru ise, o hedefe ulaştıran yol, yöntem de meşru olmak zorundadır.

4) Fuhşun, ahlaksızlığın, çıplaklığın yaygın olduğu o dönemde Efendimiz aleyhisselâm, tabir-i caizse suya sabuna dokunmadan, tâğutlara ilişmeden, sosyal ve ahlaki çözülmeye dikkat çekerek insanları ahlaki faziletlere davet etmek sûretiyle ‘ahlakçı’ ve ‘ıslahatçı’ bir misyon yüklenebilirdi. Böyle yaptığında Mekke’nin ileri gelenleriyle hiçbir çatışmaya girmeden toplumu ahlak ve faziletler açısından ıslah ederek, bu kesimin desteğini arkasına alabilirdi. Çünkü ahlaki dejenerasyon ne kadar ilerlese de her toplumda vicdani bakımdan bu ahlaksızlıklardan ve rezaletten rahatsızlık duyan, ıslah ve arınma çağrısına icabet eden fıtratı temiz insanlar bulunur. Temiz toplum özlemindeki bu insanlarla oluşturulacak bir yapılanmayla kestirme yoldan, zorluk ve çilelerden uzak durarak; dernek, vakıf, ahlaki cemiyet, sivil örgütlenme ve parti gibi yollarla parça parça ve belki ileride bir bütün olarak İslam inancını toplumun her kesimine yerleştirmeyi amaçlayabilirdi. Böyle bir davranış, Allah elçisinin aklından geçirebileceği bir tutum ve yol değildir. Ama ne yazık ki onun ümmeti olduğunu iddia eden yığınlar, onun sünnetini bir kenara bırakarak, onun yapmadıklarını yapmaktadırlar. O gün yahut her devirde tatbik edilmesi muhtemel olan ama Allah’ın emretmediği ve izin vermediği bunlar yada benzeri yöntem ve stratejiler olmuş ve olacaktır. Bu olasılıklar meşrû olsaydı, Allah’ın peygamberi önünde duran bu fırsatlardan elbette yararlanırdı. Ancak o çok iyi biliyordu ki bu din akıl , mantık, yorum ve keyfi arzular üzerine tesis edilmemişti. Bu noktada şunu ifade etmeden geçemeyeceğiz; iyimser niyetlerle, meşrû hedef beklentileriyle, zahiren hayır gibi gözüken davranış şekilleriyle ilâhi buyrukların aksine davranış şekilleri hayır ve hak değil, hakkı iptal eden batılın tâ kendisidir. Ben şunu yaparsam yahut da şöyle davranırsam daha hayırlı olur, sözleri batıl sözlerdir. Biz, Allah bize neyi emretmiş ve Peygamberimiz nasıl hareket etmiş ise Tevhid ve ihlas ile onları yaptığımızda ancak hayra nail olabiliriz. Yüce Allah ilâhi hikmeti gereği bu dinin davetinin başlangıcını akide olarak belirlemiştir. Dinin giriş kapısı ve esası, İslam akidesidir. Bu kapıdan geçmeden Müslüman olunamaz. Ve bu inanç kalplere tam olarak yerleşmedikçe de Allah’a teslimiyet gerçekleşmez. Bunun için on üç yıl boyunca Peygamberimiz aleyhisselâm, Mekke’de insanların kalplerine Tevhid akidesinin yerleşmesi için mücadele etti. Belki iman edenlerin sayısı azdı ama Allah katında hakka teslim olmuş bir azınlık, batılı temsil eden tüm dünyadan hayırlı idi. Önemli olan iman sahibi olmak ve O’na teslimiyettir .

Tek Kaynak Vahiy’dir:

Allah’ın bize gönderdiği dışında bir hak arayışı batıldır. Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm bir gün Hz. Ömer’in elinden Tevrat’tan bir sahife görünce şöyle buyurması da bunu açıkça ifade etmektedir: “Allah’a yemin ederim ki, eğer Musa aleyhissalâtü vesselâm sağ olup aranızda bulunsaydı, bana tabi olmanın dışında hiç bir davranış ona mübah olmazdı.”  * Peygamberimizin bu davranışı Müslümanları sadece vahye yöneltmek içindi. Hz. Ömer’in getirdiği Tevrat sahifesindeki cümlelerin Kur’an’a uygun olduğunu ifade etmeden geçmeyelim. Kur’an’a uygun olduğu iddiasıyla başka kaynaklara başvurmak, tâli kaynaklardan İslam’ı ve gerçeği araştırmak batıldır. Kur’an’da ve İslam’da asla bir eksiklik yoktur. Kur’an değişmez bir ölçüdür. Peygamberimizin şeriatı, son şeriat olduğu için kendinden önceki şeriatler yürürlükten kaldırılmıştır. Allah’tan gönderilmiş Tevrat’ın aslı bile elimizde olsa ve ona göre bir hayat ve devlet sistemi kurulsa bu alimlerin ittifakıyla küfürdür. Mensûh şeriatlarla amel etmenin durumu böyle iken, beşer aklının ürünü olan ideolojilerle amel etmenin dine zarar vermediği nasıl olur da iddia edilebilir?

Kur’an Neslinin İnşâsı:

Son olarak, câhiliyye sistemi yerine İslam sistemi nasıl gelir, bu soruya cevap arayalım. Öncelikle şunu unutmayalım ki, İslam sistemi Kur’an neslinin inşâsıyla ortaya çıkar. Efendimiz döneminde o eşşiz sahabe nesli nasıl ortaya çıkmışsa, aynı metod’u benimsememiz gerekmektedir. Bu soruya üç ana başlık altında cevap vermek gerekiyor.

a) Tek kaynak vahiy olarak kabul edilmelidir. Medeniyetin, kültürün, sanatın, edebiyatın, ekonomi, siyaset ve sosyal ilişkilerin belirlenmesinde Kur’an temel kaynak olmalıdır. Rasûlullah’ın sünneti, pratik kılavuzluğu ve değerli hayatı ile tarihte eşi görülmemiş sahabe nesli bizim için büyük bir İslam hazinesidir. Kur’an’ı anlamada bu değerler kullanılmalıdır. İsrailiyyat, felsefe, mitoloji, destan, hikaye, beşeri kanunlar, akıl yada bilim vahyin önüne geçirilmemelidir.

b) Kur’an’ı kültürlü olmak, inceleme yapmak ve eğlenmek amacıyla okumamalıdır. Makam sahibi olmak, ilim meclislerinde alimlerle tartışmak, doktora için akademik çalışmalar yapmak için Kur’an okunmaz. Güzel seslerle okuyup, anlamını bilmeden ağlamak yada Kur’an ayetleriyle Hüsn-ü Hat (güzel yazı) çalışmaları yapmak veya ahkâmından habersiz hafızlar yetiştirmek için değil; Kur’an sadece amel etmek için okunmalıdır. Tıpkı komutanının verdiği emri işiten askerin hemen gereğini yapması gibi. Allah’ın emrini öğrenmenin tek amacı, muhtevanın gerektirdiği ameli ortaya koymaktır. Sahabe, Allah’ın elçisinden amel edebileceği kadar ayet öğreniyordu, onları hayatına tatbik ettikten sonra yeni ayetleri öğrenmek için Rasûlullah’a geliyordu. Amaç, amel etmek olunca tabi ki sahabe gibi davranılacaktır. Öğrendiğimiz her ayetin bize yeni bir sorumluluk yüklediğini unutmamak gerekir. Bu bilincin gereğini yapmak, ilim öğrenmek ve amel etmek, Kur’an neslinin tarih sahnesinde yer almasını sağlamıştır.

c) Bir kişi İslam’a girdiği zaman, câhiliyye dönemindeki tüm geçmişini giriş kapısında bırakmalıdır. İslam’a giren bir kimse, câhiliyye dönemindeki hayatından tamamen kopmalıdır. Câhili alışkanlık ve huyları, Müslüman olduktan sonra tamamen bırakmak gerekir. Yoksa yukarıda da açıkladığımız gibi, bu tür davranışlara ‘ameli câhiliyye’ denmektedir. Müslüman Kur’an’ı kendi kişiliğiyle karıştırıp özümsemeli, nebevi bir sünnet ile hem kendi vicdanına hem de hayatına aktarmalıdır. Kur’an Müslümanın ahlakı, huyu, kişiliği olmalıdır. Hz. Âişe’ye Rasûlullah’ın ahlakı sorulduğunda: “Onun ahlakı Kur’an idi” * diye cevap vermiştir.

Hakkında Yusuf Semmak

Araştırmacı, Yazar

BUNA'DA BAK!

Peygamberler Tarihi Bilgi Yarışması

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir