Bismillahirrahmanirrahim.
Her türlü noksanlıktan ve âcizlikten münezzeh ve kemâl sıfatlara sahip olan, Rahmân, Rahîm, Azîz ve Celîl olan Rabbimize hamd olsun.
İlimlerin en üstünü olan Tevhid konusunda Kur’an ve Sünnet istikametinde özlü açıklamalar yapmak istiyoruz. “Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını istemem. Benim başarım ancak Allah iledir. Ben yalnız O’na güvenip dayandım ve yalnız O’na dönerim.” *
“Allah, kendisinden başka ilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de (buna iman ettiler). O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Mutlak gâliptir, Hakîm’dir.” *
Tevhid’in anlamının bilinmesinin zaruretini ifade eden Kur’anî bir delil vermek gerekirse; Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Bil ki, Allahtan başka (ibâdete layık) hiçbir ilâh yoktur.” *
LÂ İLÂHE İLALLAH’IN ANLAMI:
Allah’tan başka ibâdete layık hiçbir ilâh yoktur.
Tüm isim, sıfat ve fiillerinde tek ve biriciktir; O’nun ortağı yoktur.
Tevhid akidesi, sadece Allah’ı var ve bir bilmekle gerçekleşmez. Kur’an’ın da haber verdiği gibi, müşrikler de Allah’ın var ve bir olduğuna, yaratıcı ve rızık verici olduğuna, göklerin, yerin ve büyük arşın rabbi olduğuna, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren, yer ve göklerdeki işleri çekip çeviren, idare eden, gökten yağmuru yağdıran, arzdaki bitkileri canlandıran ve hiç bir şeye muhtaç olmayan ama her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu yüce varlık olduğuna inanıyorlardı. Kendi inanışlarına göre Allah’a bazı ibâdetler de yapıyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen Allah, onların ne imanını ne de ibâdetlerini kabul etti! Çünkü onlar Allah’ın bazı sıfatlarına inanmalarına rağmen, O’nunla kendileri arasına aracılar, şefaatçiler koyuyorlar ve o aracı putlara, kişilere, meleklere, sâlih zatlara da ibâdet ve itaat ediyorlardı. Yani Allah’a şirk koşarak inanıyorlardı.
“Onların çoğu, şirk koşmaksızın (bir türlü) Allah’a iman etmezler.” *
“Dikkat edin, hâlis olan din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veli(dost, ilâh)lar edinenler: ‘Biz bunlara, ancak bizleri Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz’ (derler). Muhakkak Allah onların ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Şüphe yok ki Allah, yalan söyleyen, kâfir olan hiçbir kimseye hidâyet vermez.” *
“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de: ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?’ Hâşâ, O, ortak tutmakta oldukları her şeyden münezzeh ve yücedir.” *
Kelime-i Tevhid’in gereği; bütün sahte ilah ve rableri reddedip, her konuda sadece Allah’a bağlanmaktır. Çünkü Allah dışındaki tüm ilâhların, ma’bûdluk iddiaları bâtıldır; ortaksız, tek ve hakiki ilâh ancak Allah’tır.
“Lâ İlâhe”, ulûhiyyet iddia eden herkesi reddetmeyi gerektirirken; “İllallah” kelimesi de ilâhlığı yalnızca Allah’a has kılmayı, O’nun yanında ikinci bir ilâh edinmemeyi zaruri kılar. “Lâ İlâhe”, كفرتُ بالطاغوت “tâğutu reddettim”; “İllallah” ise, آمنتُ بالله “Allah’a iman ettim” demektir.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Cibrîl bana: ‘Ümmetinden her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayarak (Tevhid akidesiyle) ölürse cennete girer yada ateşe girmez’ dedi. (Hadisin râvisi Ebû Zerr: ‘Eğer o kimse zinâ etse de, hırsızlık yapsa da mı? dedi. Peygamber: ‘Evet (bu günahları işlese de)’ buyurdu. (Buhâri, Kitâbu Bed’il Halk -Allah’ın Mahlûkâtı İlk Yaratışı Kitabı-, 6)
Rasûlullah: “Allah’a bir şeyi ortak koşarak ölen kimse cehenneme girer” buyurmuştur. ( Hadisin râvisi, Abdullah b. Mes’ûd Ben de: ‘Allah’a hiçbir şeyi ortak kılmayarak ölen kimse cennete girer’ dedim. *
“Kim ‘Lâ İlâhe İllallah’ der ve Allah’tan başka ibâdet edilenleri reddederse, malı ve kanı haram olur.” *
Bu konuda çok sayıda Hadisler mevcuttur. Kelime-i Tevhid’in anlamını bilmeden ve gerektirdiği inanca sahip olmadan ve bu akide istikametinde bir hayat yaşamadan, sadece kuru kuruya, anlamını bilmeden, dille “Lâ İlâhe İllallah” demek, yeterli değildir. İnsanın hayatında şirkler varken, sahte ilâh ve rablere kulluk ederken; Allah, o kimsenin hiçbir ibâdetini kabul etmez. İmanın gerçekleşmesinin temel şartı, tâğutları ve sahte ma’bûdları reddedip, her konuda Allah’a teslim olmaktır.
BÜTÜN PEYGAMBERLER, KAVİMLERİNİ SADECE TEVHİD AKİDESİNE DAVET ETMİŞLERDİR.
“Andolsun ki Biz, ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmet arasında bir peygamber gönderdik. Allah onlardan bir kısmına hidâyet verdi, onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler.” *
“Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: ‘Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız Bana kulluk edin.” *
“Andolsun Biz Nûh’u kavmine peygamber gönderdik de: ‘Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum’ dedi.” *
Allah, Âd kavmine Hûd, Semûd kavmine Sâlih, Medyen kavmine de Şuayb aleyhimüsselâm’ı peygamber olarak gönderdi ve hepsi de kavimlerine:
يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ منْ إِلَهٍ غَيْرُهُ “Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek, onları, Tevhid akidesine davet ettiler. “Allah’a ibâdet edin” demek; Allah’ı, isimleri, sıfatları ve fiillerinde birleyin; O’na hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi hiçbir şekilde ortak koşmayın demektir. Peygamberlerin çağrısının ikinci cümlesi zaten Allah’a ibâdetten kastın ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: “Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur.” * Peygamberlerin kavimlerini İslam’a çağırırken “Allah’a ibâdet edin” demeleri, “yalnızca O’na kulluk edin yani O’na iman edin ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmayın” anlamına gelmektedir.
PEYGAMBERLER, KAVİMLERİNİ TEVHİD’E ÇAĞIRMALARI KARŞILIĞINDA ONLARDAN BİR ÜCRET VE MÜKÂFAT İSTEMEMİŞLERDİR:
Allah’ın Peygamberleri olan Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb aleyhimüsselâm, kavimlerini İslam’a davet ederlerken:
وَمَا أَسْألُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِىَ إلاَّ عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemem. Benim ecrimi vermek ancak âlemlerin Rabbine aittir” diyerek, onlardan hiçbir ücret istememişlerdir. * Bu durum, tüm Allah elçileri için geçerlidir. Allah’ın bütün peygamberleri, insanları, Tevhid akidesine çağırırlarken, bu uğurdaki çalışmaları ve fedakârlıkları karşılığında onlardan hiçbir ücret, menfaat ve dünyalık istememişler ve beklememişlerdir. Bizler de aynen onlar gibi, Allah yolundaki çalışmalarımızı sadece Allah’ın rızasını kazanmak için gerçekleştirmeliyiz. Dünya menfaatleri uğruna, İslam’dan taviz vermemeliyiz ve Allah’ın ayetlerini dünyalıklar karşılığında satmamalıyız. Makam-mevki, para-pul, şan-şöhret, itibar-kariyer, kadın-şehvet, iktidar-saltanat gibi şeyler uğruna Allah’ın ayetlerine göre hareket etmekten ve onları tebliğ edip, Allah’ın rızasını gözetmekten asla geri durmamalıyız. Mü’min, zarar-kazanç hesabını, dünya standartlarına ve şartlarına göre değil, ebedi hayatın nimetlerini hedefleyerek yapar; yani her hususta Allah’ın rızasını kazanmak adına muhasebe yapar.
Peygamberlerin iki temel vasfından birisi, dünya menfaati, para ve mücevher gibi karşılıklar için çalışmamalarıdır. Yani hiç kimse onlara, kendi menfaatleri için tebliğ yapıyorlar diyemez. Onlar sadece Allah rızası için çalışırlar. Diğer vasıfları da söz ve fiilleri yönüyle sadık, emin, samimi insanlar olmaları, ahlak, edeb ve ihlas yönüyle örnek şahsiyetler olmaları, kendilerinden bir akılsızlık, delilik ve kötülük emaresinin bulunmaması ve insanlara makul bir hakikati tebliğ ediyor olmalarıdır. Bu durum Yâsîn sûresinde, peygamberlerin davetlerine karşı çıkıp onları uğursuz gören kavmin insanlarına karşı, sâlih bir zatın şehrin uzak bir yerinden koşarak gelip: “Ey kavmim, elçilere tâbi olun; sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Hem onlar hidâyet bulmuş kimselerdir” diyerek, Allah’ın peygamberlerine zor durumda destek olmaları örneği güzel bir misaldir. Bu ayetlerde peygamberlerin temel vasıflarına dikkat çekilerek, Tevhid’e çağrılan kimseler için makul deliller ortaya konmaktadır. Peygamberler, söz ve fiillerinde makul/tutarlı ve ihlaslı, çalışmaları karşılığında da hiçbir beklentileri olmayan kimselerdir. Olması gereken de budur! Eğer bir Müslüman, İslam’ı tebliğ etme karşılığında, birilerinden ücret almaya başlarsa, sonra emir almaya, en sonunda da taviz vermeye ve nihayetinde uzlaşma ve koalisyona hazır hâle gelir. Daha sonraki zamanlarda bir de bakarsınız ki, bir dönem Tevhid’e iman eden ve o akideyi savunan kimse gitmiş yerine şirkle koalisyona giren, tavizkâr bir insan gelmiştir! Bu asimilasyonu engelleyecek en önemli davranış biçimi; mü’minlerin, dinleri, imanları, İslâmî kimlik ve saygınlıkları karşılığında insanlardan bir karşılık beklememeleridir.. Din üzerinden ticaret yapmamalarıdır!
Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman edersiniz, mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bunlar sizin için daha hayırlıdır. Günahlarınızı da mağfiret eder ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki çok hoş meskenlere koyar. İşte bu, çok büyük bir kurtuluştur! Ve sevdiğiniz bir diğeri daha: Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih… Mü’minleri müjdele!” * Mü’minin yapacağı ticaret bu olmalıdır… Allah’a ve Rasûlüne iman edip, mallar ve canlar ile Allah yolunda cihâd etme ticareti.. Ve bu ticaret, Allah ile yapılıyor.. Karşılığını da verecek olan çok cömert, ikram ve lütuf sahibi olan Allah Teâlâ’dır.. Bu ticarette kazananların mükâfatı; günahların bağışlanması, elem verici bir azaptan kurtulmak, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetinde çok güzel meskenlere kavuşmaktır.. Mü’minler için bu çok büyük bir kurtuluştur.. Bu, iman edip, Allah yolunda cihâd edenler için, Rabbimizden bir müjdedir! Akıllı insan, bir küfür karşılığında dünyanın geçici ve az bir geçimliğini kazanmak yerine, Allah’a iman ederek ebedi ve daha hayırlı ahiret nimetlerini kazanmayı hedeflemelidir. İman edip, cihâd edenlere, Rabbimiz, bu dünyada da yardım edeceğini bildiriyor: Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih.. Ama bu dünyevî nimetleri elde etmenin, onlara layık olmanın temel şartı, sabırdır. Rabbimiz şöyle buyurur: “Andolsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana eksiltmekle imtihan edeceğiz, sabredenleri müjdele!” *
Allah Teâlâ, ayetlerinin dünyalıklar karşılığında satılmamasını ve insanlardan değil, kendisinden korkulmasını, kendi hükümleriyle amel edilmesini, İlâhî hükümlerle hükmedilmesini emretmektedir: “O halde insanlardan korkmayın, Benden korkun. Ayetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.” *
TÂĞUT’U İNKÂR ETMEDEN İMAN GERÇEKLEŞMEZ :
“Din(e girme)de zorlama yoktur. Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Kim tâğut’u inkâr edip Allah’a iman ederse o muhakkak, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa (İslam’a, Kur’an’a) yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” *
Tâğut konusu anlaşılmadan kişi, şirk koşmaktan kurtulamaz. Tâğut’un tanımı hususunda çok sayıda tarifler vardır. Kısaca söylemek gerekirse; kendisi de razı olduğu halde, Allah’tan başka, kendisine ibâdet edilen, tapınılan her şey tâğuttur. Kendileri razı olmadığı halde kendilerine kulluk edilen peygamberlere, meleklere, cinlere ve sâlih zatlara tâğut ismi verilmez. Çünkü onlar, kendilerine ibâdet edilmesinden razı değillerdir. Tâğut, Allah’a ve O’nun iradesine karşı gelen, haddi aşan, insanları yoldan çıkarmaya çalışan şeytan, sihirbaz, gelecekten haber veren kâhin yada kalpten geçenleri bildiğini iddia eden kimse, Allah’ın çizdiği İlâhî sınırları beğenmeyip değiştiren kendisi için ulûhiyyet ve rubûbiyyet iddia eden, insanları, Allah’a değil, kendisine ibâdet etmeye çağıran kişilerdir. Dolayısıyla bu kavram çok geniş anlamlar ihtiva etmektedir. Temel vasfı; Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’na isyan etmek, insanları, yaratıcıya isyan etmeye teşvik etmek gibi fonksiyonları taşımasıdır. Bu vasfı üzerinde bulunduran nefis, put, şeytan, sihirbaz, kâhin, insan, ideoloji, canlı-cansız, somut-soyut her varlık tâğuttur. Sözleriyle yada icraatlarıyla Allah’ın iradesine başkaldıran otoriteler ilâhlık iddia etmiş ve dolayısıyla tâğut olmuş olurlar. Tâğutlar, ilâhlıklarını bazen dilleriyle, bazen de fiilleriyle ilan ederler. Firavun: “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” (Nâziât: 24) derken, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibileri de fiilleriyle ilâhlık iddia etmişlerdir.
İlâh kavramını da kısaca açıklamak gerekirse; korku ve ümit ile kendisine güvenilen, tevekkül edilen, dayanılan, kendisinden istenilen, dua ve niyazda bulunulan, her hususta itaat ve ibâdet edilen ve kendisine isyan edilmeyendir. İlâh, ortağı olmayan, her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan tek gerçek ma’bûd’dur. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan yüceler yücesi Allah’tan başka ibâdeti hak eden varlık yoktur. Bir kimse, Allah’tan başka ma’bûd edinmeyerek, “Lâ İlâhe İllallah” derse, sadece Allah’ı ilâh tanıyan ve O’na iman eden muvahhid bir kul olur. Bunun gerçekleşmesi de, yukarıda bahsettiğimiz gibi tâğutları reddetmekle olur. Tâğut’un inkârı; Allah’ın emir ve yasaklarına ters düşen emirler ve yasaklar belirleyen kişi ve kurumları, hevâyı ve şeytanı reddetmekle gerçekleşir. Tâğutları red ile boşaltılan kalbe Allah sevgisini, korkusunu, haşyetini, saygısını, O’nun iradesine ve emrine teslimiyeti koyup, hayatın hiçbir biriminde, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamakla da iman gerçekleşmiş olur. Böyle iman eden bir mü’minin kalbi sâlih olduğu gibi, ameli de, niyeti de sâlih olur. Kalbiyle dili, diliyle ameli, ameliyle kalbi çatışmaz! Bu şekilde, insanın iç ve dış âlemine İslâm hakim olur. Yüreklerine İslam’ı ikâme etmeyenlerin fiil ve davranışlarında, ahlâk ve temayüllerinde de İslam olmayacaktır. İman, sadece kalp yada söz boyutunda yaşanmakla gerçekleşmez. İman; kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve o akidenin gerektirdiği şekilde bir hayat yaşamakla elde edilir.
“İnsanlar (yalnızca) ‘iman ettik’ demekle bırakılıvereceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?” *
MÜŞRİKLERİN TEVHİD KARŞISINDAKİ TUTUMLARI:
Rabbimiz şöyle buyurur: “Şüphesiz ki onlara ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ denildiğinde büyüklük taslarlar. Ve derlerdi ki: ‘Biz, ilâhlarımızı deli bir şair (sözü) sebebiyle mi terk edeceğiz?'” *
“Kendilerine bir korkutucu geldi diye hayret ettiler ve kâfirler: ‘Bu, büyük bir yalancıdır’ dediler. ‘Acaba o, bunca ilâhı tek bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu, çok şaşılacak bir şeydir.'” *
“Allah bir olarak anılsa ahirete inanmayanların kalpleri tiksinir. O’ndan başkası anılsa, hemen yüzleri güler.” (Zümer: 45)
“Onlar, Allah’ı bırakıp O’nun, haklarında bir delil indirmediği ve kendilerinin herhangi bir bilgilerinin de bulunmadığı şeylere ibadet ederler. Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur. Onlara ayetlerimiz apaçık okunduğu zaman, o kâfirlerin inkârlarını çehrelerinden anlarsın. Neredeyse onlara ayetlerimizi okuyanların üzerlerine hücum edip çullanacaklar. De ki: ‘O yaptığınızdan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Ateştir (O)! Allah onu kâfirlere va’d etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!’” *
FİRAVUNLAR, KENDİLERİNDEN BAŞKA İLÂH TANIMAZKEN, ALLAH SADECE KENDİSİNE İBADETE ÇAĞIRMAKTADIR:
“Firavun dedi ki: ‘Ey ileri gelenler, sizin benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum'” * Firavun bu ifadesiyle Allah’ı inkâr etmiyordu. Onun kastettiği şey; “Mısır ülkesinde yada yeryüzünde sizin ilâhınız yani itaat merciiniz benim” yani “itaat ve kulluk konusunda en büyük ma’bûdunuz benim” demek istiyordu. Kibir ve gururla söylediği, “Ben sizin en büyük Rabbinizim!” ifade biçiminden de bu anlam, anlaşılmaktadır. O, insanların her konuda nihaî olarak kendisine teslim olmalarını emrediyordu. Kendisini müşrik toplumunun büyük ilâhı ilan ediyordu. Bunun gerekçesini Kur’an bizlere şöyle açıklıyor: “Firavun kavmi arasında seslenip dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır mülkü ve altımdan akan şu nehirler benim değil mi? Görmez misiniz? Ben şu aşağılık olandan ve sözünü neredeyse açıklayamayandan daha hayırlı değil miyim?'” * Evet, Firavun iktidar ve zenginliklere sahip olmasını delil göstererek, kendisinin Hz. Musa’dan daha hayırlı olduğunu iddia ediyor! Ona göre hayırlı olmak; iktidar, ve zenginliklere sahip olmaktır. Kendisi karşısında, -kendisince- kendisine karşı gelebilecek bir güç göremediği için de, ilahlığını ve rabliğini ilan ediyor! Oysa bu basiretsiz Firavuna Allah, öleceği esnada gerçekleri gösterince, daha az önce kibir ve gururundan yanına yaklaşılamayan, saltanat ve zenginliğiyle tâğutlara liderlik yapan Firavunun duyguları ve psikolojisi bir anda değişiyor:
“Nihayet (Firavun) boğulacağı anda şöyle dedi: ‘İsrailoğullarının iman ettikleri (ilâh)tan başka bir ilâh’ın olmadığına inandım. Ben de Müslümanlardanım.'” * Buna karşılık Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Şimdi (ümidi kesince) mi? Halbuki sen bundan önce isyan etmiş ve fesatçılardan olmuştun. Senden sonrakilere bir ibret olman için bugün sadece senin bedenini kurtaracağız. İnsanların birçoğu şüphesiz ayetlerimizden gâfildirler.” *
Firavun boğulması anında, daha önceden iman etmediği için kendi nefsini kınıyor ve geç gelen pişmanlıktan dolayı psikolojik açıdan perişan oluyordu: “Nihayet onu da ordularını da yakalayıp denize attık, bu sırada kendini kınayıp duruyordu.” *
Müslüman ecdâdın, “son pişmanlık fayda etmez” dediği şeyin en önemlisi bu durum olsa gerek! Çünkü bundan büyük pişmanlık olmaz!
Firavunlar, insanları kendilerine kul ve köle yapmaya çalışırken Allah ise yarattığı kullarını, sadece kendisine iman etmeye ve kulluk yapmaya davet etmektedir:
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” *
Sonuç olarak; her kim Kelime-i Tevhid’in anlamını bilerek söyler, gereğiyle amel edip, gizli ve açık tüm şirklerden sakınırsa, ibâdeti de yalnızca Allah’a has kılarsa, işte o gerçek bir mü’mindir.
Kim “Lâ İlâhe İllallah” deyip de, kalben inanmadığı halde, zâhiren amel ederse, o münâfıktır. Bir kimse de, “Lâ İlâhe İllallah” dediği halde, bu kelimeye zıt inançlar taşırsa, imanı bozucu eylemlerde yada söylemlerde bulunursa, Allah’a inanmasına rağmen, O’nun yanında başka ma’bûdlar edinirse, o kişi de müşrik olur.
“Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma. Bize katından rahmet bağışla. Muhakkak Sen, bol bol bağışlayansın.” *
“Tâğut’a ibâdet etmekten sakınıp Allah’a dönenlere; işte onlara müjde vardır. O halde sen de müjde ver o kullarıma ki; Onlar, sözü işitip en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. Ve işte bunlar özlü akıl sahipleri olanların da tâ kendileridir.” (Zümer: 17, 18)
“Allah’a davet eden, sâlih amel işleyen ve: ‘Şüphesiz ki ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” *