Şâri’ şeriat koyucu demektir. Bu kelime şer’ ve şerîat kelimelerinden gelmektedir, ism-i fâildir. Lügatta şerîat, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol, izhar etmek, açıklamak ve kanun koymak anlamlarına gelmektedir. İslâm terimi olarak şeriat, Allah’ın kulları için koymuş olduğu dinî ve dünyevî hükümlerin hepsinin adıdır. Şerîat kelimesi din ile aynı anlamda olup, hem ahkâm-ı asliyye denilen itikâdiyyâtı, hem de amelî, fer’î hükümleri, yani ibadet, muamelât ve ahlâkî esasları kapsar.
Şerîat, Peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan İlâhî kanun demektir. Bu kanunun belirleyicisi ve gerçek sahibi olan Allah’a, Şâri’-i Mübîn, Şâri’-i Mutlak ve Şâri’-i Hakikî denir. Şerîat’i Allah’tan aldığı gibi aynen, insanlara tebliğ eden Peygambere de Şâri’ denir. Ama Peygamber için, Şâri’ kelimesi mecâzen kullanılır. Peygamberimizin Şâri’ olması mutlak anlamda değildir. Peygamber, Allah’ın vahyettiği emir ve yasakları, Allah’ın kullarına bildirir. Bildirdikleri şeyler, vahiy ile olduğu için, onun, Allah’ın iradesi istikametinde şerîat belirlemesi, aynen Kur’an hükümleri gibi, bağlayıcıdır. Kur’an’da açıkça geçmeyen pek çok hükümleri biz, Peygamberden öğreniriz. Kur’an Ayetlerinin ne anlamlar ifade ettiğini de yine onun Hadislerinden ve uygulamalı Sünnetinden öğrenmekteyiz. Bu nedenle Peygamberimize, Şâri’-i Mecâzî denir.
Bâtıl dinlerde olduğu gibi, Peygamberlere, ruhanilere, mukaddes addedilen bir takım kimselere, meleklere, cinlere yada başka şeylere, Allah yanında egemenlik ve hüküm vaz’ etme hakkı verilmez. İslam’a göre hüküm belirlemek mutlak olarak Allah’ındır.* Bu nedenle de ibadet ancak Allah’a yapılır. İbadet anlamına gelen hiçbir davranış ne maksatla olursa olsun, Allah’tan başkasına sunulamaz. Ancak Allah’a yapılması gereken ibadetlerin birini yada bir kaçını Allah dışında bir takım varlıklara sunmak, onları Allah’ın yanında ilâhlar edinmektir ki, bu şirktir. O kimsenin, bu şirkine rağmen, ibadetlerin çoğunu Allah’a sunuyor olması durumu değiştirmez. Ümmet-i Muhammed’i diğer dinlerden, inançlardan ve felsefelerden ayıran en bariz nokta burasıdır. Burası, bâtıl ile hakkın yol ayrımıdır. Şirk yoluna girenler müşrik; şirki, müşrikliği, küfrü, tâğutu, sahte ilâhları, sahte dinleri ve beşerî fikir akımlarını reddedip sadece Allah’a bağlananlar da muvahhiddir. Tüm dünya ve hatta kendisine “Müslüman” ismi yada sıfatı verenler bilmelidirler ki, İslam’da ne Peygamberi ilâhlaştırmak ve ona kulluk etmek vardır, ne de başka insanları. Çünkü bu din Allah’ın dinidir ve Allah’tan gelmiştir. Her şey ve herkes mahluktur ve Allah’a muhtaçtır. Kula düşen de en güzel şekilde ona kulluk yapmak ve kul olmaktan daha büyük bir şeref kabul etmemektir. Hristiyanlar’ın yada Yahudilerin Peygamberlerine ve ruhanilere taptıkları gibi, İslam Peygamberine tapmak ile Müslümanlık bir kalpte aynı anda yer edemez. Kendisine tapınılanın mübarek olması, şirki mubahlaştırmaz! Aksine suçu daha çok artırır. Bu sözlerimiz, Peygambere itaat konusunda kimseyi gevşekliğe sürüklemesin. Zira uyardığımız konu, ona itaat etme konusunda değil, ona tapma konusundaki sapkınlıktır. Uyarımız, kendilerine şeyh yada veli denilen bir takım kimselere Allah yanında ilâhlıktan pay biçen ve bazı hususlarda onlara da ibadet eden zihniyetler konusundadır. Açıklamalarımız, “Hz. Muhammed’in sıfatları da aynen Allah gibidir. Allah’tan tek farkı, eti, kemiği olmasıdır. Hz. Muhammed eşittir Allah’tır” diyenlerin akidelerinin İslam olmadığına işaret etmek ve bu tür bozuk inançlardan uzak durulması konusunda uyarıdır. “İnsan, hiç Peygambere tapar mı?” diyerek geçiştirmeyin! Evliya, eren, kutsal, mübarek yada ruhani denen bir çok canlılara tapan insan, bunlardan daha şerefli ve daha üstün olan Peygamberlere neden tapmasın? Tarih boyunca da insanlar ya Peygamberleri aşırı alçaltmışlar yada aşırı yüceltmişlerdir. Kendilerine kitap verilmiş olan Hristiyan ve Yahudilerin haline bakın! Kimi “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” * diyor, kimi “Mesih (İsa) Allah’ın oğludur” * diyor, bir diğeri de “Üzeyr Allah’ın oğludur” * diyor! Hz. İsa daha beşikte bir bebek iken, “ben Allah’ın kuluyum” * cümlesini söyleyerek, İlâhî bir mucizeyle Hristiyanlara ilk uyarısını ve tebliğini yapıyordu.
Peygamberimiz, Âmir (emreden) ve Nâhî (nehyeden) sıfatlarına sahiptir. O Allah’ın kulu ve Rasûlüdür. Şu kadar var ki, Allah Rasûlünün emrettikleri ve yasakladıkları, Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Bu konuda Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Peygambere itaat eden gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse; zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu (gözetleyici) göndermedik.” *
Bir de şu Ayetleri okuyalım:
“Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din olarak kabul etmeyenlerle kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.” *
“İşte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar.” *
Yukarıdaki Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Rasûl-ü Ekrem’in haram kıldığı dinde haram, helal kıldığı da helaldir. Ancak bu, dinde müstakil iki şâri’ (kanun koyucu) olduğu anlamına gelmeyip, “O, arzusuna göre konuşmaz, bildirdikleri vahyedilenden başkası değildir” * Ayeti yanında, bizzat Hz. Peygamberin, “Ben ancak Allah’ın Kitabında helal kıldığı şeyi helal kılarım ve yine ancak Allah’ın Kitabında haram kıldığı şeyleri haram kılarım” * şeklinde ifade ettiği gibi, Kur’an’a ve dolayısıyla tek ve gerçek şâri’ olan Allah’ın iradesine tâbi ve O’nun kontrolünde bir teşri’ faaliyetidir. Yukarıda da yeterince açıkladığımız gibi, Allah’ın Rasûlünün vahiyden gerçek anlamda bağımsız ve müstakil olarak hüküm koyma yetkisi bulunmamaktadır. O, Allah’ın buyruklarının insanlara ulaştırılmasında bir elçidir ve kendisi de bu buyruklara teslim olma noktasında bir kuldur. Peygamber bile din adına, Allah’tan bağımsız olarak hüküm belirleyemiyorsa ve dine ilave ve çıkarma hakkına sahip değilse, diğer insanların her ne amaçla olursa olsun, Allah’ın iradesine muhalif fikirler ortaya atmaları yada bunların dinden olduğunu iddia etmeleri asla doğru olamaz.
Şer’î kaynaklardan hüküm çıkaran müctehidlerin ictihadları, İslam’da teşri’de bulunma ameliyesi değildir. Kanun koyma hakkı, Allah’tan başka kimsenin yetkisi dahilinde değildir. İctihad; müctehid kişinin herhangi bir şer’î hüküm hakkında kendisi için bir kanaat ve kuvvetli bir zann hasıl olana kadar bütün gücünü kullanması ve elinden geleni yapmasıdır. Diğer bir ifadeyle, Nassların maksûdunu elde edene kadar elinden geleni son takatine kadar gerçekleştirmesidir. Müctehid, bir konu hakkında ictihad ederken, o konuda elinden daha fazlası gelmediğine, daha fazlasını yapamayacağına dair kendisinde bir acz hisseder ve fetva verdiği meselenin zann-ı gâlip ile doğru olduğunu düşünür. Müctehid’in ictihadıyla ortaya çıkan zannî şer’î hükme; yani hakkında kat’î delil bulunmayan o meseleye “müctehed’ün fîh” denir.
Müctehidlerin şer’î kaynaklardan, hükmü açık olmayan meseleler hakkında hüküm çıkarmaları faaliyeti, keyfî bir görüş belirtme şeklinde olmadığı gibi, Allah’ın sınırlarına bir tecavüz de değildir. İslam’da ictihad, fer’î meselelerde ve yalnızca müctehidler tarafından yapılır. Herkesin rastgele Kur’an ve Sünnet hakkında yorum yapması ve fetvalar vermeye cür’et etmesi İslam’la bağdaşmaz. Fetvaya salahiyeti olan alimlerin yaptıkları da zaten Hudûdullah’ı ve İslam’ın esaslarını muhafaza etmektir. Allah’ın belirlediği temel ve kesin hususlarda değiştirme ve tartışma asla söz konusu değildir. Durum böyleyken beşerî düzenlerde cahil ve ehliyetsiz insanların genelde çoğunluk esasına göre keyfî olarak kanun belirlemeleri nasıl makul karşılanabilir? Üstelik de Allah’ın kanunlarını hiçe sayma pahasına..! Maalesef bu yöntemin İslam’a uygun olduğunu söyleyerek, yazılar yazan, konferanslar ve demeçler veren sözde ilim taifesinin mevcudiyeti herkesçe bilinmektedir. Bir çok yazar, düşünür, profesör ve din (!) adamları halkın kendisini, kendi iradesine göre yönetmesinin yani kula kulluk yapmanın İslam’ın ruhuna uygun olduğunu söylemektedir. Herhalde bu iddialardan, onların kuruntularına yada ruhlarına uygunluğu anlamamız gerekmektedir. Ama bunu keşke aldattıkları insanlar da anlayabilse..!
Muhammed Kutub’a kulak verelim: “İslam âleminde samimi, ama demokrasi hakkında aldatılmış bir takım yazar, düşünür ve davetçiler vardır. Bunlar derler ki: ‘Biz demokraside bulunan iyilikleri alır, onda bulunan kötülükleri bırakırız.’ Yine derler ki: ‘Biz ateizmi, ahlakî çözülmeyi ve cinsel kargaşayı mubah saymayız.’ O zamn bu kesinlikle demokrasi olmaz.. İslam olur! Zira demokrasi, halkın aracılığıyla halkın hakimiyetidir. Demokrasi halka kanun çıkarma yetkisi verir. Bu durum ortadan kaldırılacak yada herhangi bir şekilde sınırlandırılacak olsa, bugün varolan ismiyle demokrasi olmayacaktır.” *
Kur’an bize, hüküm ve hakimiyetin kime ait olduğunu bildiriyor:
“Hüküm ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” *
Bu Ayete göre, İslam dininin temel ilkesi, hakimiyetin Allah’a ait olmasıdır. Bu temel ilkeye teslimiyetten sonra Allah’ın belirlediği diğer hükümlere uygun bir hayat yaşamak; Allah’ın bizden istediği ibadetlerdir. İnsanların çoğunun Allah’ın hakimiyeti esasına dayanan hak dini bilmedikleri, ‘her konuda Allah ve Rasûlü en iyi bilir’ diyerek boyun eğmedikleri, kendilerine de hakimiyetten bir pay istedikleri de bir gerçektir. Allah bize başka bir Ayette de itaatin gerçek merciini ve ihtilafların çözüm şeklini öğretmektedir:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (Müslüman idarecilere) de itaat edin. Eğer Allah ve ahiret gününe inanıyorsanız, bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasûlüne götürünüz. Bu, hem daha hayırlı ve hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” *
İslam’da idarecilere itaatin ölçüsü ve fikir özgürlüğüne dair birkaç örnek sunmak istiyoruz. İslam’ın ilk halifesi Hz. Ebû Bekir, hilafeti ele aldığında ilk sözü şöyle olmuştu: “Ben sizin aranızda Allah’a itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Şayet Allah’a ve Rasûlüne karşı gelecek olursam, benim sizin üzerinizde itaat isteme hakkım kalmaz.” Diğer Râşid halifeler de benzer cümleler söylemişlerdi. Hz. Ömer bir gün: “Ben iyilik yaparsam bana yardımcı olunuz. Kötülük yaparsam beni doğrultunuz” demişti de Selmân-i Fârisi şöyle karşılık vermişti: “Allah’a yemin ederiz, eğer sende bir eğrilik görecek olursak onu kılıçlarımızla düzeltiriz.” Hz. Selmân’a, Hz. Ömer karşısında konuşma hakkını imanı veriyordu. Cesaret ve adalet numunesi olan Hz. Ömer bu sözden memnun kalarak şöyle dedi: “İdaresi altında Ömer’i kılıçlarıyla düzeltecek kimseler yaratan Allah’a hamdolsun.” İslam’da mutlak itaat ancak Allah’adır. İslam toplumlarında Müslüman idarecilere Allah’a itaat ettikleri sürece itaat edilir. Allah’ın buyruklarına karşı gelen, nefsine uyan hiç kimseye itaat edilmez. Günümüzde hangi demokrat idareci, yukarıdaki Hz. Ömer’in söylediklerini tebaasına söylemeye cesaret edebilir? Hangi beşerî ideoloji, Hz. Ömer’in o sözlerini temel yasa kabul edebilir?
Bir gün yine Hz. Ömer hutbe verirken, evliliklerin kolaylaştırılması maksadıyla: “Mehirleri yüksek tutmayınız” der. Müslümanlar arasından bir kadın ayağa kalkarak şöyle karşılık verir: “Allah geniş tutarken sen mi daraltacaksın? Allah, ‘Onlardan birisine yüklerle mehir bile vermiş olsanız, ondan hiçbir şey geri almayınız’ * diye buyuruyor.” Bu sefer Hz. Ömer: “Ömer hata etti ve kadın isabet etti” demiştir.
Allah’ın, insanların ictihad etmesi için bazı hususları terk ettiği ve bu hususlarla ilgili olarak ortaya çıkan durumlara uygun düşen düzenlemelerde bulunabilecekleri doğrudur. Fakat bu her şeyden önce Şeriat’in genel esaslarına bağlı olmak durumda olup, demokrasilerde görüldüğü gibi, beşerî hevâlara terk edilmiş değildir. İşte İslam’da siyasi hürriyet böyledir. Bunun kaynağı, hiçbir ortak söz konusu olmaksızın yalnızca Allah’a ibadet etmektir. İşte yeryüzü yöneticilerinin kutsallık niteliğinin olmaması, buradan kaynaklandığı gibi, üstü açık veya kapalı bir şekilde yöneticilere teşrî’ hakkının verilmemesi de buradan kaynaklanmaktadır. O bakımdan Allah’a hakkıyla ibadet eden mü’min, yöneticilere karşı başını dik tutan, üstünlük ve izzet duygusunun farkına varır. Öyleyse İslam ile demokrasiyi birlikte değerlendirmeye imkân yoktur. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. İslam’ın demokratik bir düzen olduğunu veya onun demokratik düzeni kabul edebileceğini, yahut da onunla yan yana gelebileceğini ileri sürmeye imkân yoktur. Sadece arızî bazı benzerliklerin varlığı yanıltmamalıdır. Hak ve teminatlar, şûra prensibi, fikir hürriyeti, özgürlük gibi kavramlar muhtevaları ve amaçları bakımından bu iki sistemde farklıdır. İslam’da, Allah’a ortak koşmaksızın ibadet ilkesi vardır. Allah’ın Şeriat’inin hakimiyeti, Tevhid’in varlığının işaretidir ve Tevhid’i pratikte gerçekleştirmek anlamına gelir. Demokraside ise, Allah’tan başkasına ibadet edilir ve insanların ortaya koydukları şeraitler, Allah’tan başkasına ibadet edildiğinin işareti olup, pratikte de bu gerçeğin teyididir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
وَإِن تُطِعْ أَكْثَرَ مَن فِي الأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَن سَبِيلِ اللّهِ إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَخْرُصُونَ
“Eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftira edenlerdir” *
İmam Şenkîtî rahmetullahi aleyh, bu Ayeti şöyle tefsir ediyor: “Allah Teâlâ, bu Ayet-i kerime’de dünya ehlinin çoğuna itaatin sapıklık olduğunu zikretti. Başka yerlerde de dünya ehlinin çoğunluğunun mü’minler olmadığını ifade etti. Bu durumun geçmiş ümmetlerde de bir vakıa olduğunu ortaya koyan pek çok Ayet vardır. Allah Teâlâ’nın şu sözleri gibi: ‘Fakat insanların çoğu iman etmezler.’ * “Sen ne kadar arzu etsen de insanların çoğu iman edici değillerdir.” * ‘Andolsun ki, onlardan öncekilerin çoğu da sapıtmış idi.’ * ‘Şüphesiz ki bunda elbet bir Ayet vardır. Halbuki onların çoğu mü’min değillerdir.’ * Bu konuda başka Ayetler de vardır.” *
Bu Ayette bize, yeryüzündeki insanların çoğuna uymanın sapıklık olduğu bildiriliyor. Zira insanlar, ilimsizce kendilerine tâbi olanları saptırıyorlar. En’âm: 116’nın son bölümünde bu saptırıcılığın nedeni haber veriliyor: “Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftira edenlerdir.” İlâhî vahye sırtını dönen tüm insanlığın yapacağı budur. Hiçbir ilmî değeri olmayan tahmin ve kuruntularını hakikatin yerine koyarlar. Ve böylece insanlar, yalnızca yalan yanlış şeyler söylerler. Kendilerine itaat edenlerin de cehennem sebebi olurlar. İslam’ın bütünüyle hakim olduğu toplumlar hariç, Hz. Adem aleyhisselam’dan beri yeryüzündeki insanların çoğunluğu sapıklık yolunu seçmiştir. Bu açıdan bakarsak, Müslüman olmak gerçekten büyük bir ayrıcalıktır. Hayat bir imtihan alanı olduğu için, Yüce Rabbimiz hidayeti hak etmeyene imanı lütfetmiyor. Öyleyse, bu insanlar niye iman etmiyorlar, diye kendimizi helak edercesine perişan hale getirmemeliyiz. İnsanlara Allah’tan daha çok merhametli olamayız. Allah, sonsuz merhametine rağmen, bir takım kimselerin iman etmelerini istemiyorsa, bu durum, onların mü’min olmak istemediklerinden dolayıdır. Allah da adaleti gereği, onlar için en münasip olanı yaratıyor. İnsan özellikle ailesinin ve yakın akrabalarının iman etmelerini ziyadesiyle ister. Ama, Takdir-i İlâhi’ye de teslim olmak zorundadır. Peygamberimiz de başta yakınları olmak üzere küfür içinde yüzenlerin iman etmelerini çok istemişti. Yüce Rabbimiz, Rasûlüne, istediği kimselerin hidayetinde söz sahibi olmadığını bildirerek, hidayet etmenin ancak kendisine ait olduğunu haber verdi:
إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
“Muhakkak sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir. O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir.” *
Başka bir Ayette de görevimizin tebliğden ibaret olduğu açık ve kesin bir üslupla bildirilmektedir:
وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ
“Bize düşen apaçık tebliğden başkası değildir.” *
Bu konuda son olarak şunu söylemek gerekir ki; dünya insanları ne kadar bilgili ve kültürlü olurlarsa olsunlar, bilim ve teknikte ne kadar ilerlerlerse ilerlesinler, kendileri için neyin hayırlı olacağını, Allah’a sormadıkça bilmelerine imkân yoktur. Kendi zanlarına uyarken, bir tarafı tamir ederlerken, diğer tarafı tahrip ederler. Bir de birbirlerine sorup duyduklarına uyarken, birbirlerini rab ittihaz etmiş olurlar. Allah Teâlâ vahiy göndererek insana iltifat etmişken, insanın Allah’ın Kelam’ını dinlemeyerek O’ndan i’râz etmesi çok büyük bir nankörlüktür. Burada şöyle bir soru sorabiliriz. İnsanların idaresi gibi çok önemli bir konuda, söz sahibi kılınıp kendilerine velayet yetkisi tanınacak zümrenin tespitinin halkın genelinin arzularına terk edilmesi doğru mudur? Allah bildirmemiş olsaydı, belki de cevabı tartışmaya açık olacak böyle bir mesele, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’an tarafından açıklığa kavuşturulmuştur:
“Eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftira edenlerdir.” *
Peki, Allah’ın Ayetlerine sırtını dönen, zanna uyan, yalan söyleyen ve demagoji ile kendilerini aklamaya çalışan bu kaypak karakterli kişilerin sıfatları nelerdir? Bu konuda da sözü Allah’a bırakalım:
“Gerçekten insan Rabbine karşı çok nankördür.” *
“..Gerçekten, insan çok zâlim ve çok nankördür.” *
”..Doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.” *
“..İnsan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür.” *
“..İnsan pek acelecidir.” *
“Gerçekten insan helû’ (çok hırslı, sabrı kıt) * olarak yaratılmıştır.” *
“..Fakat insanların çoğu şükretmezler.” *
“..Gerçekten insanların çoğu fâsıktırlar.” *
“Onlardan pek çok kimsenin günah işlemekte, düşmanlık yapmakta ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün.” *
“..Onların pek çoğunun aklı ermez.” *
“..Fakat onların çoğu cahillik ediyorlar.” *
“..Fakat insanların çoğu bilmezler.” *
“..Onların çoğu zandan başkasına uymazlar. Gerçekte zan ise, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz.” *
“İnsanların bir çoğu Ayetlerimizden cidden gâfildirler.” *
“..Fakat insanların çoğu iman etmezler.” *
“Onların çoğu, şirk koşmaksızın Allah’a iman etmezler.” *
“..Onların çoğu kâfir kimselerdir.” *
“..İnsanların çoğu ancak küfürde ısrar ettiler.” *
“..Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler, bundan dolayı yüz çeviriyorlar.” *
İslam toplumlarında Müslüman idarecilere bile kesinlikle kanun belirleme hakkı tanımayan Allah, yukarıdaki sıfatları taşıyan insanlığa yasama yetkisi verenlerden asla razı değildir. Ayrıca bu apaçık delillerden sonra öne sürülecek hiçbir mazeret huzur-u mahşerde kabul edilmeyecektir. Nitekim Kur’an, insanların bu bâtıl yönelişlerini önlemek, onları sadece Allah’ın egemenliğini tanımaya davet etmek, sonuçta da müşriklerin mazeretlerini iptal etmek için gelmiştir. Demek ki yeryüzündeki insanların çoğu sapmıştır ve saptırıcıdır. Kur’an-ı Kerim’de yeryüzü insanlığının çoğu; Rabbine karşı nankör, zâlim, tartışmacı, aceleci, hırslı, sabırsız, şükürsüz, fâsık, günahkâr, akılsız, câhil, bilgisiz, zanna uyan, gâfil, imansız, müşrik, kâfir, küfürde ısrarcı, hakkı bilmeyen ve ondan yüz çevirenler olarak tavsif edilmiştir. O halde, İslam tarafından böyle tanıtılan insanların kanun koyucu seçmesi ve seçildikten sonra teşrî’ (yasama) hakkını elde ettiğini savunması aklen ve ilmen câiz değildir. Teşrî’ yetkisini kazanmak için çaba sarf edenler ilâhlık iddiasına kalkışan, onları seçen ve sözde onlara yetki verenler de onları Allah’a ortak kılan kimselerdir. Aslı itibariyle bu ikilem çok karmaşık bir çelişkidir. Çünkü yetki elde edenler vekil, yetki verenler asıl olmasına rağmen; vekiller asıllara ilâhlık yapmaktadırlar. Bâtılın te’vili olmaz! Bu konuyu Yüce Rabbimizin, konuyu açıklığa kavuşturan şu Ayetiyle bitirelim:
أَمْ لَهُمْ شُرَكَاءُ شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللَّهُ وَلَوْلاَ كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan (Şârî’/kanun koyan) ortakları mı vardır? Eğer o fasıl kelimesi * olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz ki o zalimler için can yakıcı bir azap vardır.” *