14 Eylül 2024 , Cumartesi - 18 : 50

İSLÂM’A DAVET METODU VE NAHL: 125’İN TEFSİRİ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ

إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ

وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

Allah’a hamd, Rasûlüne salât ve selâm ile söze başlıyoruz. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yolla mücadeleni yap! Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapanları da en iyi bilenin ta kendisidir. O hidâyette olanları da çok iyi bilendir.” *

İslam davetçisinin Tebliğ konusunda Nahl: 125’i dikkate alması ve buradaki emri göz önünde bulundurması gerekmektedir. Nahl sûresi Mekkî bir sûredir ve 125. ayeti de Kureyşlilere karşı silah kullanma emrinin verilmediği; buna karşılık Peygamberimize, müşriklere yumuşak ve nazik ifadelerle davet görevi verildiği sırada inmiştir. Bu ayetin muhatabı her ne kadar müfred (tekil) olsa da hükmü geneldir, tüm Müslümanları bağlayıcıdır. Bu, Kur’an’ın bir ta’lîm ve terbiye metodudur. Peygamberin şahsında, hem ona, hem de onun ümmetine hükümler va’z etmek… Bu ayetin, kâfirlere karşı savaşma emri veren ayetten * sonra nesh edildiği yaklaşımı yanlıştır.

Bu ayet, savaş yapmaksızın iman edeceği umulan kimseler hakkında muhkemdir. Farklı bakış açısı olan tüm ayetleri emredildiği/ va’z edildiği şartlar altında anlamak ve değerlendirmek gerekir. Nesh konusu da bu değerlendirmeyle açıklığa kavuşacaktır. Yani şu yada bu ayet hükümsüz demek yerine şu şartlarda geçerli demek daha isabetli olacaktır. Şartları sâkıt olan bir hükme, o şartlar avdet edinceye kadar mensûh demekte mahzur yoktur. Her şeyin en doğrusunu Yüce Allah bilir. Bu girişten sonra mezkur ayetin kısa açıklamasına geçeceğiz. Burada nesh konusunu açmayacağız. Konu konuyu açamamalı! Buna dikkat edilmesini öneririz. Zira konuşulan konu mecrasından taşarsa, sapar. Ancak yeri gelmişken bir cümle söyleyelim. Alimlerin kendi aralarında tek celsede çözecekleri meseleler, avamlarca bir ömür çözülememektedir. Özellikle ihtilaflı konularda ilmi yeterli olmayanlar cür’etkâr davranıp her konuda fikir yürütmemelidir. Her iş, ehline bırakılmalıdır. Kimse hekim önlüğü giymekle ameliyat yapamaz, kimse de hakim cübbesi giymekle hüküm veremez! Din konusunda gelişigüzel konuşmak, örneği verilen konularda yanlış yapmaktan daha büyük bir cinayettir. Bu noktaya dikkat edilmesini öneririz. Biraz önce girişini yaptığımız Nahl Sûresinin 125. ayetini tefsir etmeye inşâallah geçebiliriz.

“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yolla mücadeleni yap!” *

İbn Cerir’e göre hikmet, Allah’ın indirmiş olduğu Kitap ve Sünnettir. Güzel öğüt ise, Kitap ve Sünnetteki yasakların ve insanların başına gelen azapların ve helaklerin, Allah’ın azabından korkup sakınmaları için, kendilerine hatırlatılması suretiyle “onlarla en güzel yolla mücadeleni yap” ifadesinde olduğu gibi, tartışmaya ihtiyaç olan kimselerle en güzel şekilde; güzel hitap, nezaket ve yumuşaklıkla tartışma yapmak anlamındadır. Davetçi kimse, Kur’an ve Sünneti muhataplarına ulaştırırken rıfk, merhamet, yumuşaklık, nezaket ve güzel hitap sınırlarını aşmamalıdır. Gerekmedikçe sesini yükseltmemeli ve mütebessim olmalıdır. Aramızda itikâdî yada İslâm tasavvuru bakımından ayrılık yani bir nev’i tartışma bulunan kimse, bizim kendisinin iyiliği için çabaladığımızı düşünmedikçe, konuşulanlara değer vermez, önyargılı dinler ve savunma mekanizmasıyla her şeye bir bahane uydurabilir. Bu hikmetsiz ve basiretsiz davranış da sonuçta hayırlı semereler vermez. Davet, tebliğ ve tartışmalarda muhatap haddi aşıp, zulme sapmadıkça, İslâm’la alay edip, hakaret etmedikçe; bizler yumuşak ses tonuyla, tebessüm eden bir yüzle ve güzellikler uman bir duyguyla sohbet yani arkadaşça, dostça bir ortamda konuşmalara yön vermeliyiz. Yani sohbeti yönlendiren kişi, Müslüman davetçi olmalıdır. İpler hakaret ve zulüm anlamında ehil olmayan ellere geçerse davetin şekli de değişir.

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Aralarından zulmedenler müstesnâ olmak üzere kitap ehli ile ancak en güzel yolla mücadele edin ve deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir. Biz ancak O’na teslim olanlarız (Müslümanlarız).” *

Bu ayetin tefsirinde Allâme Mevdûdi’ye kulak verelim: “Yani, zulmedenlere karşı, işledikleri zulmün derece ve şekline göre daha değişik bir tavır takınılabilir. Başka bir deyişle kişi Hakk’a çağıranın zayıf, pısırık olduğunu zannettirecek şekilde herkese, her zaman aynı yumuşaklık ve nezaketle davranmamalıdır. İslam, kendisine tâbi olanların yumuşak huylu, nazik ve mutedil olmalarını ister, fakat onlara zalim ve günahkârların kendilerini hiç dikkate almayacakları şekilde zayıf ve pısırık olmalarını da istemez. Yani tartışma, karşıdaki kişinin düzeltilebilmesi için medenî ve saygılı bir dilde, ölçülü bir şekilde yapılmalıdır. Tebliğ eden kişinin asıl amacı, muhatabının kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek olmalıdır. O, tek gayesi karşısındakini yenmek olan pehlivan gibi davranmamalıdır. Daha çok, kendi yaptığı bir hatayla hastanın daha kötüye gitmemesi için çok dikkatli davranan ve onu mümkün olduğunca az sorun çıkararak iyileştirmeye çalışan bir doktor gibi olmalıdır. Bu talimat burada özellikle Kitap Ehli ile tartışmalar için verilmiştir, fakat bu dini tebliğ etme konusunda verilmiş genel bir talimattır ve Kur’an’ın birçok yerinde buna değinilmiştir. Mesela:

“Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” *

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” *

“Sen kötülüğü en güzel olan ile sav. Biz onların (seni) ne ile nitelendirmekte olduklarını çok iyi biliyoruz.” *

“Sen af yolunu tut, iyiliği (Urf ile) emret ve cahillerden de yüz çevir. Sana şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işitendir, en iyi bilendir.” *

Bu cümlelerde Allah bizzat, hak yol davetçilerinin takip etmesi gereken en iyi yolu göstermektedir. Bu metod şöyledir: Karşıdaki insanın hatasını veya sapıklığını, tartışmanın temeli yapmayın. Bilakis, karşınızdaki ile aranızda var olan ortak doğruları mücadeleye başlangıç noktası yapın. Yani tartışma, ihtilaflı noktalardan değil, ortak ve üzerinde anlaşmaya varılmış noktalardan başlamalıdır. Daha sonra üzerinde anlaşılan noktalardan yola çıkılarak muhataba sizin farklı olduğunuz noktaların, üzerinde anlaşılanlara uygun olduğu anlatılmalıdır.”

ادْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ
أَحْسَنُ

“Rabbinin yoluna Hikmet ve Güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” *

Demek ki, tebliğ esnasında bu iki noktaya mutlaka dikkat edilmelidir. Hikmet ve güzel öğütten yoksun bir çağrı İslam daveti değildir. Böylesi bir mücadele hikmetsiz bir çabadır. Davetin meşru olabilmesi için; Allah’ın belirlediği ilkeler çerçevesinde olması gerekmektedir. Hak olan bir hedefe batıl şekilde ulaşılamayacağını hatırdan çıkarmamak gerekir. Bu din nasıl Allah’tan ise; onun davet şekli de Allah’ın belirlediği şekilde olması gerekmektedir. Keyfimize göre hareket etmemiz câiz olmaz.

“(Her ne kadar emredilmemiş olsa da) şöyle davranırsam, sonuçta İslam’a daha çok hizmet edebilirim!” şeklindeki düşünce biçimleri yanlıştır ve bu, nefse uymaktır. Oysa nasıl ki, insanları Allah’ın vahyine davet ediyorsak, davet metodu da Allah’ın “en güzel mücadele” diye açıkladığı ve emrettiği biçimde olmak zorundadır. Allah davet metodu olmayan bir din göndermemiştir. Hayatın en küçük birimlerini bile vahiyle ihya etmeyi ihmal etmeyen Rabbimiz, dinin tebliği gibi en önemli bir meselenin davet şeklini insanların keyfî arzularına terk eder mi hiç? Bu iş, insanların arzularına bırakılmış olsaydı dünyada tebliğ ve davet için başvurulması mümkün tüm vasıtalar ve yöntemlerin doğru kabul edilmesi gerekirdi. Bu durumda hak ile bâtıl birbirine karışırdı. Bunun doğru olabileceğini bile düşünmek, apaçık Nasslara aykırıdır. Rabbimiz “onlarla en güzel şekilde mücadele et” buyurmuştur. Bu emrini de Kitap ve Sünnet çerçevesinde açıklamıştır. Hikmet ve güzel öğüdü terk edip, nefse uyarak insanlara İslam’ı anlatmak; insanlarla en güzel şekilde mücadele etmemektir. Bu iki kavramı yukarıda kısaca tanımıştık. Tekrar hatırlatıcı bilgilendirme ile, yukarıdaki açıklamalarımızın özetleneceği maddeler halinde davet metodunu yahut tebliğ yöntemini yani tebliğcide bulunması gereken şartları açıklayıp konumuzu bitirelim.

Öncelikle tebliğcide bulunması şart olan bu iki kavramı tanıyalım. Hikmet; muhatabın zihin, psikoloji, yetenek ve içinde bulunduğu diğer şartları gözeterek hareket etmektir. Ancak, aynı metodu herkese ve her gruba aynen uygulamamak gerekir. Öncelikle muhatabın hastalığının durum ve seviyesi tespit edilmelidir. Her insanın aynı psikolojide, aynı zekada, aynı eğitim seviyesinde ve aynı sosyal statüde olduğu varsayımıyla tek tip hitap yanlıştır. Hatta, unutulmamalıdır ki, aynı sosyal çevrede yada grupta bulunan insanların bile kişiliksel özellikleri, bilgi ve zekaları eşit değildir. İşte Hikmet ve Güzel Öğüt kişinin tebliğ sırasında dikkatli, basiretli, uyanık, anlaşılır ve iyi niyetli olmasını sağlar. Bu iki ilke sayesinde Müslüman, muhatabının zihnine ve kalbine hitap eder, güven verir. Kasetçalar gibi herkese aynı dinletiyi sunmaz. Şimdi ana hatlarıyla Peygamberimizin tebliğ yöntemini özetleyelim.

Her davetçinin şu dört şart çerçevesinde hareket etmesi gerekir:

1. Tebliğci nazik, güler yüzlü, merhametli, sabırlı, soğukkanlı ve bağışlayıcı olmalıdır. Kabalık, katı kalplilik, saldırganlık, intikam, kötü konuşma, kin, nefret ve nefsî davranışlardan sakınılmalıdır.

2. Davet sade, basit ve anlaşılır olmalıdır. Felsefî, sloganik, karmaşık ve yabancı kelimelerle örgülü söylemlerden kaçınılmalıdır.

3. Câhil, art niyetli, kendini bilmez, anlayışsız ve bozguncu kimselerle faydasız münakaşa ve tartışmalara girmemelidir. Muhatabın hafife alan ve alay eden davranışları sezilirse onurlu bir şekilde tartışmaya son verilerek; zamanı ve emeği boşa harcamamalıdır. Bazen davetler, bu şekilde kısırdöngüye girebilir. Bu durumlarda tebliğe son vermek gerekir.

4. Davetçi hitap ettiği inatçı kişilerin tahrik, cehâlet ve zorbalıkları haddi aşarsa; onurlu ve izzetli bir şekilde onlara yaptıklarının karşılığını meşrû olarak misliyle vermelidir. Tebliğci sükûnet ve soğukkanlılığını koruyarak onlara ağızlarının payını vermelidir ki; kibir, taşkınlık ve saygısızlıklarıyla üste çıkıp, kendilerini haklı görmesinler. Ayrıca davetçi muhataplarının edepsizlik ve patavatsızlıkları haddi aşınca heyecan ve sinirle aklî muhakemesini kaybetmemelidir. Tebliğci hitap ettiği kişilerin tahrikleriyle galeyana gelerek kendini kaybederse ne dediğini bilmez hale gelebilir. Tebliğci çoğu kez denenen tahrik tehlikesine dikkat etmezse; o esnadaki konuşmalar sinirli, yüksek sesli ve sert olacağı için; davetçi üstün gelse dahi muhatap, konuşmaları nefsî kabul edecek ve anlatılanlar kendisine hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Bu dördüncü şarta göre; muhatap taşkınlıklara, hakaret ve karalamalara başlamışsa, davetçi sükûnetini ve soğukkanlılığını yitirmemelidir. Fakat dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır ki; o da, karşılıklı konuşmanın tansiyonu çok yükseldiği için tebliğci muhatabına karşı saygınlığını ve İslamî duruşunu yitirip dağılmaması gerekmektedir. Ancak bu duruşuyla tartıştığı şahsa etkili olabilir. Zira o esnada fikirler düğümlendiği için, sonraki zamanlar için dinleyicinin tefekkür (düşünme) kapısını tümden kapatmamak gerekir.

Son olarak, şu noktayı beyan edelim; tebliğin bu aşaması ancak en ağır tahrikler karşısında bile soğukkanlılığını yitirmeyenler içindir. Yoksa hakaret, kabalık, saygısızlık, patavatsızlık ve alay karşısında hemen öfkelenip kendini kaybedenler için değildir… Çünkü kişi öfke anında aklı başında hareket edemez ve sağlıklı düşünemez. Sonuçta da hikmetle ve güzel öğütle tebliğ yapma imkânı bulamaz. Müslümanların tebliğde bu temel şartlara uygun hareket etmeleri zorunludur. Bu izahatlardan sonra anlıyoruz ki, kişi muhatabına sadece mantıksal yönden ikna metodları kullanmamalı; onun duygularına da hitap etmelidir. Aynı şekilde sadece kötülüklerin yasak olduğu üzerinde durmamalı; insan fıtratındaki kötülük aleyhtarı duyguyu da canlandırmaya çalışmalıdır. Tüm insanların fıtrattan gelen faziletler ve vicdan taşıdıkları, tebliğ esnasında unutulmamalıdır. Ayrıca kötülüklerin sonuçlarıyla muhatabını uyarırken; iyiliklerin güzel ve faydalı şeyler olduğunu anlamasını ve sevmesini de sağlamalıdır. İnsanlara sadece akıl-mantık çerçevesinde söz söylemenin yetmeyeceğini bilerek, insanların duygusal canlılar oldukları gerçeğini dikkate alarak, vicdanlarına ve duygularına da hitap edilmelidir.

“En güzel bir şekilde mücadele et” emri bütün bu anlatılanların gözetilmesini gerektirir. “Güzel öğüt” olmadan “güzel mücadele” olmaz! Tebliğci öğütçüdür, Öğütte ise; hitap edilenin iyiliğini, mutluluğunu isteyerek ve bu duyguyu muhataba hissettirerek hareket edilir. Öğütçü; karşısındakini küçük gördüğü, kendi ilmi ve üstünlüğü ile övündüğü gibi bir davranışa ve yanlış algılamalara neden olmamalıdır. Böylece İslam’ı duyan kişi, inşâallah onunla doyar ve başka kaynaklarda doyum aramaz. Bütün işlerin sonucunu yaratacak olan ise ancak Allah’tır. Biz, bize düşeni yaparız. Allah yarattıklarını çok iyi bilmektedir.

“.. Şüphesiz ki senin Rabbin kendi yolundan sapanı bilendir ve hidâyete ereni de bilendir.” *

Ayette emredilen “en güzel şekilde mücadele” görevini en güzel şekilde gerçekleştirdiğimiz zaman bizim görevimiz tamam olur. Allah hidâyete layık olanı da, olmayanı da çok iyi bilmektedir.

Bu ayete uygun bir yaşam süren Müslümanlardan Allah razı olsun…

Bazı kimseler, “ben falan kimseye defalarca gittim, anlattım. Görevimi yaptım. Artık o adamın ayağına gitmem” diyor. Bu tür davranışlar doğru mudur? Davetin bir süresi var mıdır? Kısaca buna da değinerek konumuzu tamamlayalım. Öncelikle şunu söyleyelim ki; davetçi ne kendisini büyük görecek, ne de muhatabını küçük görecektir! Ne kendisi Peygamberden üstün, ne de davet için ayağına gideceği kimse Ebû Cehil’den daha alçaktır! Peygamberimiz, Ebû Cehil’in ayağına defalarca gitmişse, bizde onun ümmeti olarak Ebû Cehil’lerin ayağına gideceğiz. Bu konuda ne ümitsizliğe düşeceğiz ve ne de kibir ve gurura kapılacağız!! Büyüklük ancak Allah’a yakışır. Müslümanlara düşen ise, Allah’ın kullarını “en büyük olan” Allah’a teslimiyete çağırmaktır. Tebliğ daveti tüm dünya Allahu Ekber deyinceye kadar devam eder. Davet ve tebliğ ancak şu iki durumdan birisiyle son bulur. Ya davetçi vefat eder, görevi biter. Yada davet edilecek kimse ölür, muhatap imtihanını tamamladığı için, ona karşı bizim de sorumluluğumuz son bulur. Yani iki taraftan biri ölünceye kadar tebliğ sorumluluğu düşmez.

Nefsânî duygu ve kişilik zaaflarıyla çevremizdeki bazı insanlara tavır koymak, ilişkiyi ve daveti kesmek asla doğru değildir. Ne kadar da inatçı ve inkârcı olursa olsun Firavun kadar değildir sanırım. Allah, iman etmeyeceğini bildiği halde Hz. Musa ve Hz. Harun’u Firavun’un ayağına gönderiyor ve buyuruyor ki:

“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” *

Bu ayet, ne kadar zalim ve inkârcı olursa olsun, yumuşak kelamın insan fıtratında tesirli olduğunu ortaya koymaktadır. Nahl: 125 ayetinin son bölümü bize, hidâyetin ancak Allah’a ait olduğu gerçeğine de vurgu yapıyor. Başka ayetlerde bu durumu detaylıca açıklar. Hidâyetin Allah’ın iradesine ait olduğu ve davetçinin başarısının, muhatabının hidâyete erip ermediğiyle doğru orantılı olmadığı belirtilir.

“Şüphesiz ki sen, sevdiğin kimselere hidâyet veremezsin.” *

“Onları hidâyete iletmek senin yükümlülüğün değildir.” *

Hz. Musa ve Hz. Harun Firavun’un iman etmesini sağlayamadı diye, davetinde başarısız olmadı! Aynı şekilde Hz. Muhammed aleyhisselâm, Ebû Cehil yada Ebû Leheb’in iman etmesini sağlayamadı diye, davet ve tebliğinde başarısız olmamıştır. Başarının ölçüsü, muhatapların ikna olup doğru yola gelmeleri değildir. Bazı kişiler, davet edilen muhataplarda değişiklik olmayınca davetçileri başarısız sayarlar. Oysa bu anlayış yanlıştır! Allah bizlere, insanların hidâyeti sorumluluğunu vermemiştir. Sadece insanlara Peygamberimizin davet metoduna uygun şekilde İslam’ı anlatmayı emretmiştir.

Unutulmasın ki, insanların hidâyetinden mes’ûl olsaydık, bu bizim katlanamayacağımız ve altından kalkamayacağımız bir yük olurdu. Çünkü insanlar gerçekten çok cahil, çok inatçı, çok nankör, çok sabırsız, çok aceleci ve çok mücadelecidir. Onların kalbine imanı yerleştirmek insanın gücünü aşardı. Allah da kullarına takat gösteremeyecekleri bir vazifeyi teklif etmez.

“Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.” *

İnsanların hidâyetlerinden bizi sorumlu tutmayan, davetimizin başarısını muhatapların imana gelmelerine bağlamayan Rabbimize sonsuz hamdolsun.

Allah, Peygamberimizin şahsında bizlere de, çevremizdekilere ve İslam’ı anlattıklarımıza karşı yumuşak huylu ve merhametli olmamız gerektiğini bildirmiştir.

“Allah’tan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın, Şayet kaba, katı kalpli birisi olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı.” *

Davetin insanlara sağlıklı bir şekilde ulaşması için bu iki sıfatı taşımalıyız: Kaba olmamalıyız, yumuşak huylu ve yumuşak sözlü olmalıyız. Katı kalpli olmamalıyız, merhametli ve iyi niyetli olmalıyız. Allah da bu iyiliklerimizin karşılığını ziyadesiyle bizlere lütfetsin inşâallah.

Hakkında Yusuf Semmak

Araştırmacı, Yazar

BUNA'DA BAK!

Tâ-Hâ 109. Ayetin İ’râbı ve Tefsiri - Şefaat Konusu

Tâ-Hâ: 109. Ayetin İ’râbı ve Tefsiri – Şefaat Konusu

Hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. Salât ve selâm; Peygamberimiz aleyhisselâm’a, onun temiz ailesine, ashabına ve …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir