بِسْـــــمِ اللهِ الرّحْمَنِ الرّحِيمِ
Ehven kelimesi “daha hafif”, ehvenü’ş şerreyn terkibi ise; meşru olmayan iki işten, zarar bakımından daha hafif olan kötülük demektir.
Ehven-i şerreyn; iki zarar verici durumla karşı karşıya kalındığında daha az zararlı olan şeyi tercih etmek, büyük zararı önlemek yahut ortadan kaldırmak için gerekli tedbirleri almak demektir. Yani başka bir seçenek yoksa, zaruret sebebiyle iki kötülükten daha hafif olanını seçmektir. Mecelle’de bu konuyla alakalı, “ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur, iki şerr’den en ehveni tercih olunur; çünkü haram işlemek ancak ıztırâr (zaruret) ile câiz olur, büyük zarar (zarar-ı eşed) daha hafif zarar (zarar-ı ahaf) ile giderilir, umûmî zararı (zarar-ı âmm’ı) önlemek için kısmî zarar (zarar-ı hâss) seçilir, iki zarar teâruz ettiği (birbirine zıt olduğu) zaman, en hafif işlenerek büyük olanın çaresine bakılır, zarar imkân ölçüsünde ortadan kaldırılır” gibi maddeler bulunmaktadır.
Dikkat edilirse, bu kâideler birtakım şartları ortaya koymaktadır. Bir zarar ya da şerr ile birlikte faydalı bir seçenek ve hayırlı bir alternatif varsa, şerr’in hafif olanı tercih edilemez. Büyük olsun, küçük olsun şerr olan her şeyden sakınmak dinimizin emridir. Müslüman; günahın büyüğünden, küçüğünden, açığından ve gizlisinden sakınmak zorundadır. Ehven-i şerreyn ile amel etme konusunda, amel edilecek şeyin itikâdî meseleyle alâkasının olmaması, daha hafif olan zarar veya şerr ile amel etmekten başka bir yolun, alternatifin bulunmaması, iki şerr karşısında çaresiz kalmak (zaruret hali), hafif olan zararı ihtiyâr ederken büyük olan zararın, kötülüğün ortadan kaldırılmasının çaresine bakmak gibi şartları göz önünde bulundurmak gerekir. Rabbimiz: “Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez”,* “(Allah) din (işlerin)de size hiçbir güçlük yüklemedi”,* “O halde gücünüzün yettiğince Allah’tan korkun” * buyurarak, kullarına güçlerinin üzerinde bir sorumluluk yüklemediğini beyan etmiştir. Peygamberimiz de: “Size bir şey emrettiğim zaman gücünüzün yettiği kadar onu yerine getirmeye çalışın. Sizi bir şeyden de nehyettiğim zaman ondan kaçınınız” * buyurmuştur. Rabbimiz bütün bunların yanında şirk koşmaktan, küfre girmekten ve dinden irtidâd etmekten kullarını sakındırmıştır. Dolayısıyla Tevhid akidesine zıt bir ameli seçmek, iki şerrin en ehveni, en ılımlısı kabul edilemez.
Şirk veya küfür bir amel, ehven-i şerreyn adı altında asla yapılamaz. Çünkü şirk ya da küfür, hiçbir amele tercih edilemez. Yani öyle bir amel düşünün ki, onu yapmaktansa, şirk’i yeğlemek münasip olsun! Böyle bir durum olamaz. Dolayısıyla “iki şerr’den en ehven olanı tercih edilir” kâidesi, itikâdî meselelerde değil, insanların günlük yaşantılarında karşılaştıkları fıkhî meselelerde geçerlidir. Bu kâideyi öne sürerek “iki küfürden şu daha hayırlıdır” demek imkânsızdır. Küfür ve şirk başlı başına bir necâsettir ve asla hayırlısı olamaz.
“Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur” kâidesi avam tarafından genelde hep yanlış anlaşılmıştır ve bu yanlış anlayış, keyfî davranışlar ortaya çıkarmıştır. Ehven-i şerreyn’in tercih edilmesinin şartları bulunmaktadır. Bu ihtiyâr (seçim), insanların kendi keyiflerine ve anlayışlarına bırakılmamıştır. Beşerî ideolojilerden birisini tercih ederek, onun diğerine göre daha ehven olduğunu söylemek küfürdür. Çünkü küfrün ehveni ya da ehven olmayanı olmaz. Bir küfür ideolojisini diğerine karşı tercih edip bunun “ehven-i şerreyn” olduğunu söyleyenlerin İslâm fıkhı ile ilgileri bulunmamaktadır. Kelime-i Tevhid’in mahiyetini anlayamamış ve tâğûtları inkâr etmenin farz olduğunu öğrenememiş bir kimsenin “Fıkıh” okumasının da kendisine bir yararı olmaz. Çünkü Fıkıh; “kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi” anlamına gelir. Kişinin aleyhinde olan şeylerin başında, “şirk’e ve küfre düşmek” gelmektedir. Kelime-i Tevhid’i bilmeyen kimsenin akıbeti ne yazık ki bu olmaktadır. İmanın hakikatini bilmeyen bir kimse, sakınması gereken bir küfür ameliyesine “ehven-i şer” ismini verebilmektedir. Bu nedenle herkesin, her şeyden önce Tevhid ve iman konularını öğrenmesi farzdır.
Daha hafif şerr ile amel konusunda, iki zararlı yol veya seçenek ile karşı karşıya kalan kimsenin her şeyden önce, tercih edeceği meşru bir alternatifin bulunmaması gerekir. Bir kimsenin, Şeriat’ın normal şartlarda yasak kıldığı yahut da insanlara zarar veren iki durumla karşı karşıya kaldığını farz edelim. O kimsenin tercih edeceği hayırlı veya zararsız seçenek yok ise, daha az zararlı olan şeyi yapabilir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey; insanı şirke ve küfre sokan bir durumu -ikrah halinde olmadan ve meşru alternatif yol ya da yollar var iken- sırf dünyevî sonuçları açısından daha hayırlı veya daha az zararlı düşüncesiyle tercih etmek asla câiz olmaz. Bahsettiğimiz mecelle kâidesinde geçen “ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur” sözünün anlamı; meşru yollar olduğu halde, sonuçlarının daha hayırlı veya daha az zararlı olacağını varsayarak şirk amelini, mubah ve meşru olan amellere tercih etmek demek değildir! Şirk veya küfür yollarına girmek asla “ehven: daha zararsız, daha elverişli” kabul edilemez. Allah’a şirk koşmaktan daha zararlı bir şey olamaz ve şirk hiçbir şeye tercih edilemez. Ancak ikrah altında, Müslümanlara, Nahl Sûresinin 106. Ayetinde tanınan ruhsat bunun dışındadır. O durumun da, şartları bulunmaktadır. Meşru seçenekleri terk ederek şirk’e tevessül edenlerin yaptıkları günahı “maslahat: fayda, kâr, kazanç” olarak nitelemeleri de, ilim fakirliğinden başka bir şey değildir. Maalesef ki, işledikleri bir amele “şirk, küfür” diyen nice insanlar, o işledikleri şirk amellerinin sonucundan bir fayda ummaktadırlar ve yaptıkları işe de “ehven-i şerreyn’i tercih etmek” ya da “maslahat” veya “ılımlı tercih” demektedirler! Bu düşünce yapısı, mantık ilkelerine tamamen terstir! Hem bir amele “şirk, küfür” diyeceksin, hem de o ameli işlemeyi bazı te’viller ile tecvîz edeceksin! Bu durum, ne büyük bir tutarsızlıktır! Şüphesiz ki Allah, bizlere şirkten sakınmamızı emretmektedir. Şirk amelini işleyerek, o şirk’in sonucunda hayırlar bulunduğu kehanetinde bulunmak, Tevhid akidesiyle taban tabana zıt bir davranış ve inanç şeklidir. Kaldı ki gaybı ve geleceği ancak Allah bilir. Allah, kullarına sadece kendi emrine uyulmasını emretmiştir; akılla ortaya konulan fâsid te’villere değil! Ayrıca fayda ve zarar hesabı dünya şartlarına göre veya dünyevî sonuçlara göre yapılmaz ki, iki şeyden “şu daha az zararlı”, “bu daha çok zararlı” denilebilsin! Zararların en büyüğü müşrik olarak Allah’ın huzuruna varmaktır. Bundan daha büyük hüsran olamaz!
Ayrıca İslâm’da hayırlı ve faydalının tesbitinde dünyevî beklentiler belirleyici değildir. Öyle olsaydı, herkesin, bir işin başı veya sonu itibariyle farklı görüşleri ve yaklaşımları olacağından dolayı çok sayıda davranış şekilleri ortaya çıkardı. Aynen günümüzde olduğu gibi. Bazı avam insanlar da, “bakın bu konuda kaç tane farklı görüş var; demek ki bu mesele ‘muftelefun fîhâ’ yani ihtilaflı bir konudur” diye fetvayı(!) vereceklerdir! Bu tür yaklaşımlar, daha az zararlı olanı seçmek değil, pragmatist (faydacı) bir davranıştır. Yani dünya şartlarında daha faydalıyı, daha çok zevk vereni, daha çok tatmin yolunu ve daha çok nesnel değerler bakımından refahı seçmektir. En azından bu hayaller ve kuruntular ile o yola girmektir.
Dolayısıyla ehven-i şerreyn’i tercih etmek; karşı karşıya kalınan bir şirk fiili ile meşru olan bir yoldan, -sonucu itibariyle- şirk olanını faydalı kabul ederek şirk’e girmek anlamına gelmemektedir. Müslüman için en büyük zarar şirk’e düşmesidir. Hiçbir amel ve hiçbir dünya menfaati, şirk’e düşmekten daha az zararlı veya daha maslahatı gerektirici olamaz. Bir kimse şirk koştuktan sonra bütün amelleri boşa gider ve tekrar “tecdîd-i iman” getirmesi ve İslam’a girmesi gerekir. Mecelle’de bir kâide daha vardır. O da, “mazarrât’ı def’ menfaati celb’den evlâdır şeklinde…” Yani zararlı olan şeyleri uzaklaştırmak faydalı olan şeyleri elde etmekten daha uygundur, daha hayırlıdır. Öncelikle Müslümanın kötülükleri ortadan kaldırması gerekir. Bu çok geniş sahası olan bir kâidedir. Mesela; bir kimse namaz kılıyor, o esnada gözleri görmeyen bir kimse bir çukura ya da kuyuya düşecek, o anda yapılması gereken ilk iş zararı bertaraf etmektir. Yani namazı bırakıp koşup o adamı kurtarmaktır. Namaza devam etmek değil! Onun için nehy-i ani’l münker, emr-i bi’l ma’rûf’a bu gibi durumlarda tercih edilir. Esas olan şey; önce kötülükleri ortadan kaldırmak ve zararlı olan şeylerden uzaklaşmaktır. Ehven-i şerreyn konusu bu kural ile de doğrudan ilişkilidir. Bizim, her zaman, zararlı ve hayırsız olan şeylerden uzak durmamız gerekmektedir. Ama öyle durumlar olabilir ki, önümüzde iki yol vardır, bir üçüncüsü yoktur. O iki yol da zararlıdır. İşte o esnada yapılacak şey daha az zararlı olanı tercih etmektir. Mesela; bir mahallede yangın çıksa, yanan mekan bir türlü söndürülemese, yapının iyice alevlenip etraftaki meskenleri de kuşatması tehlikesine karşı o evi yıkmak daha az zararı yeğlemek demektir. O evi yıkmak zahiren bir zarardır ama, birçok evin yanması durumu daha büyük zarar olduğu için, yanan ev yıkılarak ateş kontrol altına alınır.
Bir de karşılaşılan iki durumun da zarar itibariyle eşit olduğu hallere bir örnek verelim. Bir kimse bir gemide bulunsa o gemide söndürülmesi mümkün olmayacak çapta bir yangın çıksa, Ebû Hanife rahımehullâh’a göre, o kimsenin kendisini denize atması ile gemide beklemesi zarar itibariyle müsavi (eşit)dir. Ebû Hanife, o kimsenin karşı karşıya olduğu iki fesâd, eşit olduğu için bu iki yoldan dilediğini tercih etmekte serbest olduğunu söylemektedir. Yani isterse kendisini denize atar, dilerse gemide oturup bekler ve yanar. Ama imameyn bu görüşte değildir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed rahmetullâhi aleyhimâ’ya göre, her ne kadar iki fesâd eşit olsa da, bir kimsenin kendisini denize atıp ölmesi, kendisini kendi fiili ile helâk etmesi demektir. Bu nedenle kendisini denize atmamalı ve bekleyip sabretmeli ve Allah’ın takdirini beklemelidir. Aynı şekilde bir kimse, bir başkasını minareye çıkartıp “ya buradan atla ya da seni öldüreceğim” diye tehdit etse, bu durumda da az önce bahsettiğimiz konu aynen câridir. Yani imameyn’e göre sabreder, minareden atlamaz. Ebû Hanife’ye göre dilediğini yapmakta serbesttir.
Zararları eşit olduğu kadar korkunç olan bu tür durumlarla hayat içerisinde insanlar zaman zaman karşılaşırlar. Mesela; bir evde yangın çıkıp her tarafı alevler kuşattığı bir anda, dışarıya çıkma veya o kimsenin kurtarılma ihtimali kalmayan bir durumda, o kimse evde yanmayı mı bekleyecek yoksa ne pahasına olursa olsun, pencere ya da balkondan atlayacak mı? Hanefî mezhebinin görüşleri az önce zikrettiğimiz şekildedir. Bu örnekleri, fesâdı eşit olan iki durumu örneklendirmek için zikrettik. Bu korkunç durumdan Rabbimiz hepimizi muhafaza etsin.
İşte mantık itibariyle, ehven-i şerreyn’in tercih olunması meselesini bu tür örnekler muvacehesinde anlamamız gerekir. Yoksa hayatta bir sürü meşru yollar -veya en azından bir tek hayırlı, doğru ve faydalı alternatif yol bile- varken, insanı küfre sokabilecek yolları meşrulaştırmaya çabalamak câiz değildir. Konunun o boyutu, ikrah-ruhsat meselesinin içinde mütalaa edilir ki, o mesele de “ehven-i şerreyn” meselesinden farklıdır. Nahl Sûresinin 106. Ayetinde de geçtiği gibi ikrah altında olan kimsenin, küfür söz söylemesine ruhsat (izin) verilmiştir. Bu durumda olanın, küfür sözü söyleme veya söylememe durumunu iki şerr arasında kalmak ve ehven olanı seçmek olarak kabul edemeyiz. Çünkü; öncelikle Allah’ın Şeriat’ında izin verilmiş bir amele “şerr” denmez. Bir diğer nedeni ise, o durumda ruhsat ile amel etmek vâcip değil, sadece câizdir. Ruhsat ile amel etmeyip azimet’i tercih etmek ise daha efdaldir. Dolayısıyla daha faziletli olan (şehadet)in, ikrah altında iken ruhsat ile amel ederek küfür kelimesini telaffuz etme amelinden daha zararlı olduğu söylenemez!
Buradan şu sonuç çıkmaktadır; Allah’ın Kitabında izin verilen ruhsat ile Tevhid’i iptal eden şirk amelini bir tutmamak gerekir. Allah, kullarına, yalnızca kendisine iman etmemizi, o iman üzere ibadet etmemizi ve asla kendisine şirk koşmamamızı emretmiştir. Dünyevî menfaatlar elde etmek için, şirk koşmak ve küfür amellerini işlemek asla câiz değildir.
Şirk’ten, müşriklikten, müşriklerden ve te’vîl adı altında İlâhî hükümleri tahrif etmekten, bilerek veya bilmeyerek Allah’a iftira etmekten Âlemlerin Rabbi olan Yüce Mevlâ’mıza sığınıyoruz.