4 Ekim 2024 , Cuma - 09 : 28

Tâ-Hâ: 109. Ayetin İ’râbı ve Tefsiri – Şefaat Konusu

Hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah’adır.

Salât ve selâm; Peygamberimiz aleyhisselâm’a, onun temiz ailesine, ashabına ve kıyamete kadar onun Sünnetine uyan Müslümanlara olsun.

Bu yazımızda, Allah’ın iznine bağlı olan şefaatin hak olduğunu, Tâ-Hâ: 109. Ayetin tefsiri ile açıklayacağız. Gerektikçe, kelimelerin i’râblarına da yer vereceğiz.

Rabbimiz, şefaat konusunda şöyle buyurmaktadır:

يَوْمَئِذٍ لاَ تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلاَّ مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلاً *

Ayetin, tek tek kelimelerinden hareketle açıklamalar yapalım:

يَوْمَئِذٍ : O gün, o günde (kıyamet gününde)

لاَ تَنفَعُ : Fayda vermez

الشَّفَاعَةُ : Şefaat

Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus vardır. Rabbimiz, fayda vermeyecek olan şefaatten bahsederken, ma’rife (özel isim) kullanmıştır; nekre (cins isim) kullanmamıştır. Nekre isimler, umûm’a yani genel’e delâlet ederken, ma’rife isimler, bazı özellikleri taşıyan, belli bir takım varlıklara şâmildirler. Allah Teâlâ burada, reddedilecek şefaatlerin varlığını açıklarken, kabul edilecek şefaatin de mahiyetini bize bildirmektedir.

Bu ayetin tamamen anlaşılmasını sağlayacak özlü bir takım açıklamalar yapacağız.

إِلاَّ : İstisnâ edatıdır ve “-den başka, yalnız, sadece, ancak, hariç, müstesnâ” gibi anlamlar verilebilir. Cümlede, bunlardan birisiyle Türkçeleştirilir.

مَنْ : Bu kelime hem müfred (tekil)e, hem de cem’ (çoğul) a şâmildir. Yani tekil ve çoğul anlamlar verilebilir.

Ayetin i’râbına göre bu kelimeye, iki türlü motamot anlam verilebilir. Birisi “kimseye, kimselere”, diğeri ise “kimsenin…, kimselerin…” şeklindedir. İkinci takdire göre, noktalı yerlere “…şefaat’i” kelimesi gelmektedir.

Bu noktada bazı açıklamalar yapalım.

Bu ayetin i’râb yönünden, iki türlü anlaşılmasını sağlayan ilmî boyutlara temas edelim.

مَنْ edatı, لاَ تَنفَعُ kelimesinin mef’ûlün bih’i olabilir.

Bu durumda mana; “O günde şefaat fayda vermez ; yalnızca Rahmân’ın kendisi için izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseye (şefaat) fayda verir” şeklinde anlam verilir.

مَنْ kelimesini nasb mahallinde değil de, ref’ mahallinde takdir etsek; bu durumda مَنْ kelimesine bedel deriz. El-mübdelu minhu da merfû’ olan الشَّفَاعَةُ kelimesidir. Bu takdirde, muzâf yani “şefaat” kelimesi hazfedilir.

Bu açıklamalarımızın açılımını verelim:

مَنْ kelimesi, merfû’ olan الشَّفَاعَةُ kelimesinden bedel olunca, ayetin takdiri şu şekilde olur:

يَوْمَئِذٍ لاَ تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ إلاَّ شَفَاعَةُ مَنْ أذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِىَ لَهُ قَوْلاً

Ayeti şöyle Türkçe’ye çeviririz:

“O günde şefaat fayda vermez; ancak Rahmân’ın kendisine izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimsenin şefaati müstesnâ.”

Yani; “O günde, Rahmân’ın izin vereceği ve kendisinden razı olacağı kimseninki dışında, şefaat fayda vermez.”

Görüldüğü gibi; bu ayette, مَنْ kelimesinin i’râbına göre, iki türlü anlam vermek mümkündür.

مَنْ kelimesi üzerinde ayrıntılı açıklama gerektiği için, detaya girdik. Ayetin diğer kelimelerini de kısaca tanımaya devam edelim.

أَذِنَ : İzin verdi. Mazi fiildir, fetha üzere mebnidir. Gelecek zaman anlamıyla da çevrilebilir. Bu tür kelimelere lafzan (lafız olarak) “mâzi”, manen (mana bakımından) “istikbâl” denir.

لَهُ : Kendisi için, ona. Cârr ve mecrûr’dan oluşur. أَذِنَ fiiline müteallık (bağlı)dır.

الرَّحْمَنُ : أَذِنَ fiilinin fâili (öznesi)dir, merfû’dur.

و : Atıf vâv’ıdır ki, kendisinden sonraki cümleyi öncekine bağlamıştır. İ’râbı, aynen üzerine atfedilen cümle gibidir.

Önceki cümle: أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ ma’tûfun aleyh olur.

رَضِيَ : Razı oldu. Fâili, müstetirun fîh yani kendi içinde gizlidir; takdiri هُوَ müfred-müzekker-gâib zamiridir.

هُوَ zamiri, الرَّحْمَنُ kelimesine döner; اللهُ سُبْحَانَهُ demektir.

لَهُ : Kendisi için, ona. Cârr ve mecrûr’dan oluşur ve رَضِيَ fiiline müteallık’tır.

قَوْلاً : Sözce, söz bakımından. رَضِيَ fiilinin, mef’ûlün bih’idir.

Rabbimiz, Bakara: 255. Ayette şöyle buyurmaktadır:

“O’nun izni olmaksızın O’nun katında kim şefaat edebilir?”

Başka bir ayette ise şöyle buyurur:

“Onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Onlar, O’nun korkusundan titrerler.” *

Bu konuda başka ayetler de vardır. Biz, bu kadarla, iktifa ediyoruz.

Bu açıklamalardan sonra şunları söyleyebiliriz:

O korkunç günde, şefaat hiçbir kimseye fayda vermez. Ancak Rahmân’ın şefaat etmesi hususunda kendilerine izin verdiği ve şefaat ettiğinde de kendilerinden razı olacağı kimselerin şefaati müstesnâdır. Şefaat izni verilecek olan kimseler, dünyada yaşarken de, Lâ İlâhe İllallah’a uygun bir hayat yaşayan Tevhid ehli kullardır. Şefaat aynı zamanda, Allah’ın kendilerinden razı olması nedeniyle lehlerinde şefaat izni verilen kimselere de fayda sağlayacaktır. Yani şefaat edecek kimseler de, şefaat edilecek kimseler de, Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve kendi lehlerinde şefaat izni verdiği kimseler olacaktır. Yoksa şefaat, -hâşâ- Allah’ın razı olmadığı kulların kurtarılması anlamında değildir. Ayrıca şefaat edenler de, bu hususta keyfî davranmayacaklardır. Hak etmeyenlere şefaat etmek gibi! Mana bakımından mütevatir seviyesine ulaşan Hadislere göre, Peygamberimizin şefaati muhakkaktır. Bunun dışında, imtihan olan Allah’ın kulları hakkında “falan kişi, şefaat edecektir” diye belirleme yapılması mümkün değildir! Şefaat edeceği de, şefaat edileceği de ancak Allah bilir, belirler. Bizler, ne şefaat edeceğimizi, ne de bize şefaat edileceğini biliriz. Sadece Allah’ın, kendilerine şefaat izni vereceği, başta Peygamberimiz olmak üzere, Peygamberler, alimler, şehidler, salihler gibi insanların şefaatini, yine Allah’tan talep edebiliriz. Ehl-i Sünnet uleması, Rasûlullah’ın şefaat-i uzmâ’sı (büyük şefaati) bulunduğu halde, şefaati ondan istemeyi caiz görmemişlerdir. Zira şefaat, yalnız Allah’ın iradesine bağlıdır. “Şefaat yâ Rasûlallah!” diyerek Peygamberimize yönelemeyiz. Peygamberimizin şefaatini Allah’tan dileriz. Tevhid ehlinin malumudur ki, mutlak irade ve hüküm sahibi olan ancak Allah Sübhânehu ve Teâlâ’dır. O’nun hüküm ve iradesine müdahale edip, O’nun huzurunda söz söyleyecek bir zat yoktur. Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve yarattıklarının irade ve hükmüne muhtaç değildir. Şefaat meselesinde mutlak söz sahibinin Allah olduğunu unutmamak gerekir. Şu bilinmeli ki, kim şefaat edecekse ve kime şefaat edilecekse; bütün bunlar, Allah’ın dilemesiyle olacaktır. Ve asla da şirk koşanlar hakkında hiçbir kimse şefaat edemeyecektir.

Peygamberimiz, Havzının başında beklerken, o esnada bir takım adamlar görür, onlara elini uzatır ama o kişiler Peygamberimizden uzaklaştırılır. Yüce Allah: “Sen, onların senden sonra dinde neler icad ettiklerini bilmezsin!” buyurur. *

Görüldüğü gibi, Efendimiz, vefatından sonra, insanların hallerinden, neler yaptıklarından ve nasıl yaşadıklarından habersizdir! Bu Hadis bize, hak etmeyenlere asla şefaat edilemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Tefsirini yaptığımız Tâ-Hâ: 109. Ayetin devamı da bize bu gerçeği açıklamaktadır:

“O (Allah), onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar ise bilgileri ile (Allah’ın bildiklerini) kuşatamazlar.” *

Bu ayet, şefaat konusunda tek yetkilinin ancak Allah olduğunu ve O dilemedikçe kimsenin kimseye şefaat edemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Allah’ın Rasûlü bile vefatından sonra, insanların nasıl yaşadıklarını, neler yaptıklarını bilmiyorsa, bir takım insanlar, nasıl vefatından sonra bile, her şeyden haberdar olduklarını söyleyebilirler? Ve bazı insanları böyle kandırabilirler? Peygamberimiz bile, Hadis’te geçtiği gibi, kendi istediklerine şefaat edemiyorsa, nasıl olur da, din adına kendilerine değişik vasıflar veren kimseler, kendilerine mürid olan ve hizmet eden herkese şefaat sözü verebilirler? Önemli olan; konuyu Tevhid akidesine ve Ashabın açıklamalarına göre anlamaktır; ifrat ve tefrit’ten sakınmaktır. Her bâtılı savunanlara bakarak, her hakk’ı inkâr etmek makul bir davranış değildir! İlim, hikmet; Müslümanların yitik malıdır. Her nereden ve kimden gelirse gelsin, hakk’a teslim olmak icap eder. Zira ilim; Peygamberlerin mirasıdır. Mirasçılar, haklarına sahip çıkmalıdırlar.

Şefaat konusunda, ifrat’a kaçmak uygun olmadığı gibi; tefrit’e düşüp şefaat bahsini bütünüyle inkâr etmek de bâtıldır!

Rabbimiz bizleri, hakk’ı hak bilip, hakk’a ittibâ eden; bâtılı bâtıl bilip, bâtıldan ictinab eden salih kullarından eylesin.

Amin.

NEFY VE İSTİSNÂ EDATIYLA YAPILAN HASR

Tâ-Hâ: 109. Ayeti daha iyi anlamak için, bu ayetin cümle yapısı hakkında bazı bilgiler vermek ve benzer ayetlerle örnekler takdim etmek istiyoruz. Öncelikle bu ayet; “Lâ (nefy edatı)… İllâ…” şeklinde yani (…لاَ… إلاّ) formatında bir ayettir. Bu tür cümlelerde, müstesnâ’nın hükmünü, istisnâ edatlarından biriyle mâkablinden (öncesinden) ayırma ve te’kid (pekiştirme) vardır. İstisnâ demek; istisnâ edatlarından sonra gelen kelimeyi (müstesnâ) öncekilerin dışında bırakmaktır. Yani müstesnâ minhu’dan istisnâ etmektir. Bu tür cümlelerde bazen müstesnâ minhu hazfedilebilmesine rağmen; akılda kalıcı bir ifade olarak, istisnâ edatından önceki kelimeye “müstesnâ minhu”, istisnâ edatından sonraki kelimeye de “müstesnâ” denir, diyebiliriz. Cümlede sağdan sola “müstesnâ minhu-istisnâ edatı-müstesnâ” dizilişinde yer alırlar. İstisnâ edatlarıyla kurulan cümleye, istisnâ cümlesi denir.

Bu konunun anlaşılması için, istisnâ ve te’kid içeren bazı örnekler vermek istiyoruz:

لاَ إلَهَ إلاَّ اللهُ * Kelime-i Tevhid cümlesinin anlamı: “Allah’tan başka (gerçek) hiçbir ilâh yoktur” demektir. Bu cümlede, Allah dışındaki ilâhların varlığı nefyediliyor, olumsuz kılınıyor ve reddediliyor. Yani “ mevcut hiçbir ilâh yoktur” demek; sahte ilâhlara ibadet etmenin nefyedilmesidir. İstisnâ edatıyla, sadece Allah’ın ilâh olduğu isbât edilmiş olmaktadır. Bu cümle, düz bir anlatımla, “Allah ilâh’tır” şeklinde de ifade edilebilir. Ama bu durumda, bilmeyenler açısından, sahte ilâhlara, ma’bûdlara, tağutlara yada nefse kulluk etmenin bâtıllığı, şirk’i reddetmenin, imanın temel şartı olduğu, Allah’ın zatında tek olduğu gibi, isimlerinde, fiillerinde ve sıfatlarında da Tevhid edilmesi gerçeği anlaşılmayabilir.

لا َ إلَهَ إلاَّ اللهُ dediğimiz zaman, sadece Allah’a kulluk edilmesi, O’nun dışındaki ma’bûdların reddedilmesi ve Allah’a hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin şirk koşulmaması hakikati hemen anlaşılmaktadır.

لا َ إلَهَ إلاَّ اللهُ cümlesini, وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلاَّ اللّهُ “Allah’tan başka hiçbir (gerçek) ilâh yoktur” * şeklinde bir ifade tarzıyla, ilâhlığı Allah’a hasr ederek ifade edebiliriz.

Kısaca i’râbını yapalım:

Bu ayette; و , isti’nâfiyye (başlangıç) vâv’ıdır. مَا , nefy (olumsuzluk) edatıdır. مِنْ , nefy anlamında te’kid harfidir. إِلَهٍ , lafız olarak mecrûr’dur, mübteda olmak üzere mahallen merfû’dur. إِلاَّ hasr edatıdır. اللّهُ , mübteda olan إِلَهٍ kelimesinin haberidir.

Kur’an ayetleri birbirini o kadar güzel tefsir ediyor ki, ayetleri anlamak için Kur’an-ı Kerimi okumaya devam etmemiz yeterlidir. Biraz önce zikrettiğimiz, وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلاَّ اللّهُ “Allah’tan başka hiçbir (gerçek) ilâh yoktur” * ayetindeki müstesnânın, tefsir edilmiş ve daha açık ifade şeklini şu ayette görmekteyiz:

ومَا مِنْ إلَهٍ إلاَّ إلَهٌ وَاحِدٌ “Bir tek ilâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” *

Bu ayet bizlere, Allah’ın gerçek ve tek ilâh olduğunu açıklamaktadır. Allah dışında kalan ma’bûdlar ise, insanların uydurdukları sahte ilâhlardır.

Konuyu açıklayıcı olması için, başka bir ayet hatırlatalım.

إنِ الْحُكْمُ إلاَّ لِلَّهِ * Ayetin anlamı: “Hüküm ancak Allah’ındır” demektir. Ayetin başındaki إن kelimesi, nefy (olumsuzluk) edatıdır. Bu ayette de, Allah dışında kimsenin hükmetme ve hüküm belirleme hakkının olmadığı ortaya konuluyor, hüküm belirlemenin ve hükmetmenin sadece Allah’a ait olduğu kesin olarak hükme bağlanıyor.

Bu ayetteki anlamı, düz bir ifade biçimiyle, الْحُكْمُ لِلَّهِ * “Hüküm Allah’ındır” şeklinde de ifade edilebilir. Ama bu ifade, bazıları için, açıklamasını yaptığımız ayetin ifade ettiği kesinliği vurgulamıyor olabilir.

الْحُكْمُ لِلَّهِ ifadesini, tekidli olarak, لَهُ الْحُكْمُ * şeklinde ifade edebiliriz. Bu ayetin anlamı: “Hüküm ancak O’nundur” şeklindedir. İrâb açısından; cârr ve mecrûr, mübteda üzerine mukaddem olduğunda yani mübteda’dan önce geldiğinde, “hasr” ifade eder. Hasr; bir şeyi umumilikten çıkarıp sınırlamak demektir. Bu ifade biçimiyle “hüküm belirleme ve hükmetme” yetkisinin herkesin yani umumun hakkı değil, ancak Allah’ın hakkı olduğu vurgulanmış olmaktadır.

Rabbimiz, Muhammed aleyhisselâm’ın hem Peygamber, hem de diğer insanlar gibi ölümlü bir kul olduğunu şöyle beyan etmektedir:

وَ مَا مُحَمَّدٌ إلاَّ رَسُولٌ “Muhammed ancak bir Peygamberdir.” * Bu ayetin muhatabı, Peygamberimizin risâletini yakından bilen sahabedir. Rasûlullah’ın irtihalini kabul etmemek, risâletini de bilmemek durumuna düşmek demektir. Halbuki her Peygamber gibi Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın vefatı da mukadderdir. Peygamberimizin vefat ettiğine inanmayan, onun elçiliğine de inanmamış sayılır. Peygamberimiz vefat ettiğinde bazı sahabiler, Peygamberimize olan sevgi ve bağlılıklarının etkisiyle “Muhammed ölmedi!” şeklinde, yanlış cümleler sarf etmişlerdi. O kişilerden birisi de Hz. Ömer idi. Hz. Ebû Bekir ise, Hz. Ömer Efendimize ve üzüntüsünden ne dediğini bilmeyen ashaba şu ayeti okuyordu:

“Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan evvel nice Peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o, ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde (dininizden) geriye mi döneceksiniz? Kim iki ölçesi üzerinde geriye dönerse o, Allah’a elbette zarar veremez. Allah şükredenlere mükâfat verecektir.” *

Bu ayet, Uhud savaşında münafıkların “Muhammed öldü! Muhammed bir Peygamber olsaydı öldürülmezdi” şeklindeki zararlı konuşmalarına bir cevap niteliğinde nâzil olmuştur. Uhud savaşı esnasında “Muhammed öldü” şeklinde bir velvele kopmuştu. Sahabelerin bir kısmı, Peygamberimizin şehid olduğunu sanmışlardı. Münafıklar da bu fırsatı hemen kendi lehlerine, değerlendirmek istediler ve münafıklığı ele aldılar… Bu yaygara ile münafıklar, İslam saflarının dağılmasını ve Müslümanların tekrar cahiliyye’ye dönmelerini amaçlamışlardı. Fakat Allah, kullarını hiç yalnız ve yardımsız bırakmıyor; Peygamberimize vahiy göndererek, onlara şu gerçeği öğretiyordu. “Muhammed bir Peygamberdir. O, kendisinden önce gelmiş tüm Peygamberler gibi ölümlüdür. Sizin bağlılığınız, Allah’a olmalıdır, Muhammed’in şahsına değil! Yok eğer, sizin bağlılığınız, Muhammed’in şahsına ise ve o ölünce tekrar küfür hayatınıza dönecekseniz, Allah’ın dininin size hiçbir ihtiyacı yoktur.” Bu ayetin inişiyle, Müslümanların Allah’a imanı ve İslam’a bağlılıkları perçinlenmişti. Ama ashab, Peygamberimizi o kadar çok seviyorlardı ki, Rasûl’ün vefat ettiği günün sabahı Müslümanlar Medine’de mescitte toplanmışlar üzüntü ve şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilmez bir halde idiler. Hz. Ömer ise cemaate, Hz. Peygamberin vefat ettiğini söylemenin günah olduğunu söyleyecek kadar kederlenmişti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’in de içinde bulunduğu topluluğa şöyle seslendi: “Ey insanlar, bakınız, her kim Muhammed’e tapıyor idiyse, Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyor ise, Allah diridir ve asla ölmez” dedi. Sonra da onlara, Âl-i İmrân: 144. Ayeti okudu. Oradaki insanlar sanki o vakte kadar bu ayetin varlığından habersiz gibi idiler. Hz. Ebû Bekir’in bu açıklamasıyla kendilerine geldiler. Vahiy ile dirilen o mübarek insanlar, şaşkınlıklarını dahi vahiy ile bertaraf ediyorlar ve gerçeğe hemen teslim oluyorlardı. Allah, onlardan razı olsun.

Son bir örnekle, mukaddimemizi bitirelim.

لاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللَّهِ * Ayetinin anlamı: “Kuvvet ancak Allah(ın yardımı) iledir” yada “kuvvet ancak Allah’ındır” demektir. Bu ayette de mutlak gücün ancak Allah’a ait olduğu belirtilerek, Allah dışındaki varlıkların hiçbir gücünün olmadığı ortaya konulmaktadır. Allah’ın izni ve iradesi olmadan insan, parmağını dahi oynatmaya güç yetiremez.

Hakkında Yusuf Semmak

Araştırmacı, Yazar

BUNA'DA BAK!

Cennetin ve Cehennemin Kapıları

Cennetin ve Cehennemin Kapıları

Zümer: 71’de فُتِحَتْ أَبْوَابُهَا ifadesi kullanılırken; Zümer: 73’de وَفُتِحَتْ أَبْوَابُهَا şeklinde, fazladan vav harfi kullanılmasının …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir