18 Nisan 2025 , Cuma - 07 : 45

Tekfir ve Tekfircilik Meseleleri – 1

Tekfir; Müslüman olarak bilinen bir kimsenin Tevhid akidesine aykırı inanç, söz ve fiillerinden dolayı küfrüne hükmedilmesi demektir. Yani o kimseye “kâfir” demektir. Tekfirin şartları oluşup, engelleri tamamen ortadan kalktığı bir durumda küfür hükmünü vermek zaruridir. Bu hüküm, aynen Allah’ın diğer hükümleri gibi İlâhi hükümlerdendir. Allah’ın dinine göre kâfire “kâfir”, Müslümana da “Müslüman” demek farzdır. Kâfir’e “kâfir” demek, Müslüman olan bir kişiye “Müslüman” demek gibi bir durumdur. Biz nasıl ki, iman edenleri “Mü’min” ve “Muvahhid” diye isimlendiriyorsak; inancı bozuk olanları da “müşrik” diye isimlendiririz. Fakat ulu orta birilerine kâfir demek doğru değildir! Şuna da dikkat edelim; tekfir işi, ehliyetsiz kimselerin ağzında sakız olmamalıdır! Çünkü tekfir meselesini bilmeden yapılan nitelemeler, tekfircilik olacaktır. Bu da bir tür hastalıktır! Avamın bu konuyu tam olarak bilmesi mümkün değildir. Belki bir kısım meseleleri bilir ama bu yetmez! Bu konuda cür’etkâr olmaktan sakınılmalıdır! İslamî ilimleri, İslam akidesini, usûlü, insanların içinde bulunduğu şartları ancak ilim ehli bilir. Her konuda olduğu gibi; gerekli durumlarda tekfir konusunda da alimlere müracaat etmek gerekir.

Bir de irtidad vardır ki; “dinden çıkmak” demektir. Dinden çıkana ise, “mürted” denir. Bu itibarla tekfir, bir şahsın başkası tarafından küfre nispet edilmesi iken; irtidad kişinin kendi irade ve ifadesiyle dinden çıkmaya karar vermesi demektir. Bir kimseye küfür hükmünün verilmesi ve ona mürted denmesi dünyevî açıdan ağır cezaları gerektirir.

Bu nedenle tekfir konusunda çok titiz davranmak gerekir; gelişigüzel tekfir konusundaki iddialara dayanarak, bu kimselere mürtedlerin hükümleri uygulanmaz! İslam hukukunun yürürlükte olduğu asırlarda bile bu konuda bu kadar ciddiyet, titizlik ve dikkat ölçüsünde hareket edilip, ihtiyat ve teennî ile hüküm verilirken; cahilî ortamlarda herkesin bu konuya karşı çok meraklı ve istekli olmaması icap eder.

Bir kimseyi tekfir etmenin ferdî yönden ağır sonuçlar doğurmasının yanında, toplumsal ve ailevî yönden de ağır sonuçları vardır. Mesela; tekfir edilen kişiye dünyada Müslüman muamelesi yapılmaz, selam verilmez, selamı alınmaz, kestikleri yenilmez, Müslüman bir hanımla evlenemez, Müslümana mirasçı olamaz, öldüğünde cenaze namazı kılınmaz ve Müslümanların kabristanına defnedilmez.

Tekfirin bu denli ağır sonuçları bulunduğundan bu konuda çok titiz davranmak ve rastgele ve ilimsizce tekfirden sakınmak gerekir!

Peygamberimizin tebliğ siyasetinde amaç tekfir etmek değil, insanların Müslümanlaştırılmasına gayret etmek olmuştur. Örneğin Medine döneminde kendisine münafıkların isimleri bildirildiği halde; o isimleri ifşâ etmemiştir. Pek çok Hadislerinde “Ben Müslümanım” diyeni küfürle itham etmekten sakındırmıştır.

Ebû Zerr’den rivâyet edildiğine göre; Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Kim bir kimseyi ‘kâfir’ diye çağırırsa veya ‘Allah düşmanı’ derse; bu şahıs dediği gibi değilse, sözü kendi aleyhine döner.” *

İbn Ömer’den rivâyet edildiğine göre; Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Bir kimse kardeşine ‘Ey Kâfir’ derse; bu sözle ikisinden biri küfre döner. Eğer dediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner.” *

Hadisimize göre, Müslüman bir kimseye kâfir dendiğinde bu söz doğru ise, söylenen kişi kâfir olur; bu söz doğru değilse sözü kendisine döner. Bir Müslümana “kâfir” diyen kişi, bu sözünü tefsir ve te’vil ederse küfre girmez. Haklı bir gerekçeyle tekfir yapan bir kişi, tekfirin gerekçesini açıklarsa günaha yada küfre girmediği gibi; ma’zur (özürlü) sayılır.

Bu konuda Hâtib bin Ebî Beltea kıssası açık bir delildir.

Hâtib, muhacirlerden ve Bedir ashabındandır. Uhud ve Hendek savaşlarına da katıldı. Rıdvân biatında ve Hudeybiye’de bulundu. Bu olay şöyle gelişti: Hâtib, Medine’ye hicret edince çocukları ve malları Mekke’de kalmıştı. Bu şahıs Kureyşli değildi. Mekke’de kalan ailesini koruyacak hiç kimsesi yoktu. Mekkeliler, Hudeybiye anlaşmasını bozunca Rasûlullah Mekke’yi fethetmeye karar verdi ve Müslümanlara savaş için hazırlanmalarını emretti. Peygamberimiz diğer savaşlarda olduğu gibi, bu harekâtı da gizli tuttu. Hâtib, Medine’de kalan aile efradına Kureyşlilerin yardımlarını sağlamak amacıyla, Rasûlullah’ın onlara karşı savaşmak istediğini bildiren bir mektup yazdı ve bu mektubu Kureyşten olan bir kadınla Mekke’ye gönderdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Peygamberine bu mektubun gönderilişini haber verdi. Peygamberimiz de kadının arkasından adamlar göndererek mektubu yakalatıp getirtti.

Hz. Ali anlatıyor: ‘Allah Rasûlü beni, Zübeyr’i ve Mikdât’ı gönderip dedi ki: “Ravdatu Hâh denilen yere gidin. Orada beraberinde mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. O mektubu ondan alıp getiriniz.” Söz konusu mektubu alıp getirdiler. Hâtib tarafından gönderildiği anlaşılan mektupta, bazı müşriklere Hz. Peygamberin ordusuyla Mekke üzerine yürüdüğünü, yalnız gelse dahi mutlaka Allah’ın ona vaad ettiği zaferi elde edeceğini belirtiyordu.

İşte bu olay üzerine Mümtehine Sûresinin ilk ayeti nâzil oldu. *

Bu olay üzerine Peygamberimiz: “Ey Hâtib bu nedir?” diye sordu.

Hâtib: “Ey Allah’ın Rasûlü hakkımda acele davranma. Ben Kureyş soyundan değilim. Seninle beraber bulunan muhacirlerin her birinin orada akrabaları var. Bunlar o akrabaları aracılığıyla Mekke’deki aile fertlerini ve mallarını koruyabiliyorlar. Benim onlarla bir soy bağım olmadığı için, onlardan destek sağlamak istedim ki, onlar akrabalarımı korusunlar. Ben bu işi ne kâfirliğimden dolayı yaptım, ne de dinimden döndüğümden dolayı” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah, sahabilere: “O size doğruyu söyledi” dedi.

Hz. Ömer ise: “Yâ Rasûlallah! Bırak beni, bu münafığın boynunu vurayım” dedi.

Rasûlullah: “O Bedir’e katılmıştır. Ne bileceksin belki de Allah, Bedir ehline baktı ve onlara “İstediğinizi yapın. Ben sizi affettim” dedi.”

İşte bunun üzerine: “Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin.” * ayeti nâzil oldu. *

Bu olay üzerine Hz. Ömer, Hâtib’e “münafık” demiştir, ama zâhiren Hâtib’in yaptığı davranış müşrikleri dost edinmek olduğu için; Hz. Ömer’in bu davranışı olayı tefsir etmektir.

Bu nedenle din kardeşine “kâfir” dediği için; bu hüküm kendisine dönmez, ma’zur sayılır.

Hâtib’in davranışı da çok büyük bir suç olmasına rağmen; amacı sadece Mekke’deki yakınlarını ve mallarını korumak olduğu için küfre girmemiştir. Hz. Ömer’in acele davranıp tekfir etmesine rağmen; Peygamberimiz bu sahabiyi tekfir etmemiştir. Çünkü her ne kadar bu amel görünüş olarak küfür ameli olsa dahi; bu amelin te’vil boyutunda küfür yoktur! Meşru olan bir te’vil de tekfiri engelleyen mânialardandır. Fakat bu davranışın suç olduğunu da söyleyelim. Peygamberimiz, Hâtib’in Bedir ashabından olduğu için Allah’ın onu bağışladığını bildirmiştir. Bazı günahlarımıza güzel amelerimiz bu şekilde keffâret olabilir.

Bu nokta da hemen şunu da hatırlatalım: Günümüzde yada geçmişte bir günahını yada hatasını bildiğimiz bir kimse aleyhinde konuşmamak gerekir; belki de Allah, o kişinin o günahını işlediği başka bir salih ameli sebebiyle affetmiş olabilir.

Mesela; Hz. Ali’ye biat etmeyen ve onunla Sıffîn’de 657’de savaşan Muâviye; vahiy katipliği yapması, önceki halifelere biat edip o dönemlerde Şam valiliği döneminde büyük hizmetlerde bulunması gibi amelleri nedeniyle belki de Allah tarafından affedilmiştir. Ama bazı insanlar onun aleyhinde konuşmaya devam edebiliyorlar! Müslümanın aleyhinde konuşmak câiz olmadığı gibi, haddi aşmak iftira ve zulümdür. Belki de o, affedilmiştir; neden onu eleştirelim! Tarihî şahsiyetlerin yaptıkları yanlışları konuşmayacağız, değerlendirme yapmayacağız anlamında değil, bu ifadelerimiz. Tabi ki, Kur’an ve Sünnete göre; yanlışa yanlış, doğruya doğru diyeceğiz. Ama o olayların kahramanları üzerinde odaklanmak kimseye bir şey kazandırmaz. Bu noktadaki konuşmalarımızın ölçülü olması icap eder.

Konumuzun seyrini bu noktaya getirmişken, ana konumuza devam edelim. Tekfir ve Tekfircilik olaylarını değerlendiriyoruz. Birincisi meşru, ikincisi gayr-i meşrudur.

Tekfircilik olayı Hz. Ali dönemine kadar dayanır. Tekfircilik fitnesini ümmetin başına Hariciler bela etmişlerdir. Hz. Ali ile Muâviye arasında gerçekleşen Sıffîn savaşında daha fazla Müslüman kanı akıtılmaması için iki taraf hakem seçip aralarında ortak bir anlaşmaya varmaya karar verdiler.* Hz. Ali’nin hakemi Ebû Musa el-Eş’ari, Muâviye’nin hakemi ise Amr b. El-Ass oldu. Ancak Hariciler “Hüküm ancak Allah’ındır” * diyerek hakemin hükmünü isteyenleri tekfir ettiler. Görünüşte Kur’an’a uyuyorlar gibi gözüken Haricilerin asıl amaçları fitne çıkarmak idi.

Hatta hakeme başvurma meselesini bir aldatmayla kabul ettirmek için pek çok entrikalara girişmişlerdi! Mesela; Amr’ın önerisiyle Kur’an sahifeleri mızrakların ucuna asılıp, “Hüküm Allah’ındır” diye bağrıştılar! Aralarında Allah’ın Kitabının hakem olmasını istediler. Bunun bir hile olduğunu Hz. Ali biliyordu. Hatta onların söylediği bu sözler için; “kendisiyle bâtıl kastedilen hak söz” diyecekti! Ama yapabileceği bir şey yoktur! Artık fitne her yeri kuşatmıştır. Oluk gibi Müslüman kanı akıtılıyordu. Buna bir son vermek gerekmekteydi! Nihayetinde, Hz. Ali de teklif edilen tahkim konusunu kabul etti.

Fitnenin ardı arkası kesilmiyordu ki. Bu sefer de hakemin hükmüne razı olan Hz. Ali ve taraftarları ile Muâviye ile yandaşları, Hariciler tarafından küfre nispet edildiler. Bu olaya “Hakem Olayı” denir. Hz. Ali, savaş esnasında ısrarla hakeme başvurulmasını söyleyen bu azınlık yüzünden hakeme gitmeye razı oldu; sonra da yine onlar tarafından tekfir edildi!

Sonuçta da hakem olayı, Amr’ın bir hileyle Muâviye’yi halife tayin etmesiyle sonuçlandı. Hileli hakemlik olayı şöyle gerçekleşti:

Hz. Ali’nin hakemi Ebû Musa: “Bu iki kişiden (Hz. Ali ile Muâviye) halifeliği almak, sonra şûra’ya müracaat etme görüşündeyim. Müslümanlar içlerinden dilediklerini halife seçsinler” deyince; Muâviye’nin hakemi Amr: “Tamam, çözüm dediğin budur işte!” dedi.

Bunun üzerine hakemler halkın huzuruna çıktılar.

Ebû Musa: “Ben ve Amr anlaştık; inşaallah Allah Müslümanları düzene sokar” dedi.

Amr, onu onaylayarak, Ebû Musa’ya kararını önce onun bildirmesini söyledi.

Abdullah b.Abbâs hemen Ebû Musa’nın yanına gelerek onu uyardı ve: “Amr seni aldatır, bir karara vardıysanız önce sözü Amr’a ver; çünkü ona güvenilmez” dedi.

Ebû Musa iyi niyetli bir insandı, bir sorun olmayacağını söyledi ve kararını açıkladı: “Ben Ali’yi ve Muâviye’yi halifelikten azlettim. Artık siz kimi dilerseniz onu halife seçiniz.”

Amr, bunun üzerine halka dönerek: “Sözlerini duydunuz; o, kendisini hakem tayin eden Ali’yi halifelikten uzaklaştırdı. Ben de beni hakem tayin eden Muâviye’yi halifeliğe seçtim” dedi.

Hileyle sonuçlanan bu olaydan sonra; Hz. Ali’yi hakeme gitmeye zorlayan bir grup, onu hakeme başvurduğu için büyük günah işlemekle itham edip, küfre girdiğini ve tevbe etmesi gerektiğini söylediler. Hz. Ali’nin dinden çıktığını düşünen bu bid’atçı hareket, bedevilerin de katılımıyla güçlendi ve Nehrevan savaşına yol açtı. Bu savaşta Hariciler, tarih sahnesine çıkmışlar ve İslam tarihinde ilk mezhepleşmeler ortaya çıkmıştır: Sünnî, Şiî ve Harici mezhepleri.

Hakem olayı ve devamında Nehrevan savaşı, İslam tarihinde ortaya çıkan ilk fitnedir ki; o fitne Müslümanı tekfir fitnesidir!

Hariciler, “Hüküm ancak Allah’ındır” ayetini keyfi yorumlayıp; Allah’tan başkasının hakem olamayacağını, hüküm veremeyeceğini söylemişlerdir. Sonuçta; hakem olayının ümmet arasında cereyan eden Sıffîn savaşındaki akan kardeş kanını durduracağını düşünen Hz. Ali küfürle suçlanmıştır!

Tekfirciliğin tarihine bakacak olursak, bununla kastedilenin Allah’ın “kâfir” dediğine yada tâğutlara “kâfir demek” olmadığı anlaşılacaktır. Allah’ın hükmünde küfür ve kâfir olan bir durumu aynen öyle kabullenmek; tekfircilik değildir. Bu, Allah’ın iradesine teslimiyettir. Kaldı ki, “tekfircilik, tekfirci” gibi nitelemeler meşru değildir; bunlarla tahkîr ve tenkîd kastedilir! Meşru şekilde küfre “küfür”, kâfire “kâfir” demek tekfircilik değildir! Aksine Allah’ın Kitabında olan bir itikaddır bu davranış! Ancak küfre ve şirke girenleri ve akidesi bozuk olanları bizzat “aynî tekfir” ile küfre nispet etmeyi kastetmiyoruz. Buna gerek olmayabilir!

Müslüman iman etmekle, şirk koşmamakla ve küfürden sakınmakla mükelleftir; bu konularda kusurlu olanları bilmemekten mes’ul değiliz!

Önemli olan; İslam inancını en güzel bir şekilde, bilmeyenlere ulaştırabilmektir. Bunu yapabilmemiz için de, çevremizdeki inancı bozuk insanlarla dünya işlerinde iyi geçinmek gerekir. Akidesi bozuk olanlara tebliğ yapacağım diye, onları tekfir edip, dışlamak, kötülemek, aşağılamak, suçlamak, tavır koymak doğru değildir! Kâmil mü’min ahlakıyla, dürüstlüğüyle, sadakat ve vefâsıyla, güler yüz ve güzel sözüyle çevresinde herkes tarafından sevilir, sayılır, değer verilir.

Tebliğ etmek; ne tekfir etmek demektir ne de çevreye, akrabaya, arkadaşlara ve tanıdık kimselere karşı tavır koyup, dışlayıcı olmaktır! Tebliğ, Tevhid akidesini açık şekilde muhataba ulaştırmaktır. Onun iman etmesinin önündeki manevi engelleri ilimle kaldırmak, onun yolunu açmaktır.

“İman, tekfir ile başlıyor. Bu nedenle halka İslam’ı sunarken onları tekfirle işe başlamalıyız” diyenler, pek çok meseleyi karıştırıyorlar! Evet, imanın ilk şartı tâğutu reddir. Tâğutu reddetmeden yapılan iman şeklinin, müşriklerin inanç şekli olduğu herkesçe bilinmektedir. Ancak tâğutu tekfir, imanın şartıdır; yani Müslüman olabilmek için sahte ilâhları tanımayıp, Allah’ın mutlak iradesine teslim olmak gerekir.

Fakat tekfir, tebliğin amacı değildir! Tebliğin amacı, hidâyetten mahrum kimselerin tâğutu tekfir edebilecekleri bir aşamaya gelmeleri için, kendilerine Allah’ın emir ve talimatlarını ulaştırmaktır.

Tebliğ esnasında tekfir sevdasından kaçınmakta fayda vardır; bu iş, alimlere bırakılmalıdır. Tekfircilik manevi bir hastalıktır, tedavi edilmesi gerekir.

İlmi olmayanların, neyin tekfir, neyin tekfircilik olduğunu ayırt etmeleri mümkün olmaz!

İslam ümmetinin başına bela olan ilk büyük fitne olduğu unutulmamalıdır!

Hem de ümmetin en şereflilerini bile tekfir etmeye götürecek kadar salgın bir hastalık!

Ancak cahillerden ve bedevilerden ilgi ve destek görecek aşırılık yolu!

Selefin ve tüm ümmetin yolundan sapan sapkın bir hareket!

Ayrıca bir kez daha hatırlatalım. Tekfircilik, kâfirin kâfir olduğuna itikad etmek –küfrü küfür olarak bilmek- değil; Müslümanı tekfir etmektir!

Tekfircilik özellikle ilim sahibi olmayan, yeni iman etmiş, imanı kalplerinde kökleşmemiş, heyecanlı ve aşırı mizaçtaki kimselerde görülür.

Adeta bazı Müslümanlar veya iman iddiasındakiler, kendileri gibi düşünmeyen yada bazı meselelere inanma hususunda ayrılığa düştükleri kişilere kâfir diyerek nefsî bir haz duyarlar ve rahatladıklarını hissederler!

Hatta bir meselede tartıştığı yada bir olayda sorun yaşadığı Müslümanı bile neredeyse tekfir edenlere rastlamaktayız günümüzde!

Muhatabımız Müslüman olmasa dahi; meşru olan tekfirle onu kendimizden nefret ettirmek yerine onun kurtuluşu için çabalamalıyız. Onu açıkça tekfir etmek bize ne kazandırır ki? O kimseyi bizden uzaklaştırmaktan başka! Kaldı ki, insanların küfür içinde olmaları normalde Müslümana üzüntü vermesi gerekir. Bu şekilde hisseden kimsenin aklına tekfir gelir mi?

Biri ateşe koşuyorsa yada uçuruma doğru gidiyorsa; Müslümana düşen, onu kurtarmaktır. Onu kurtarırken de en güzel sebeplere sarılır. Bu durumdaki kişiye kızmak ve onu kötülemek sağlıklı bir tutum değildir.

Bir kimse kaza yapmışsa; o kazazedeyi suçlamak makul müdür? Yada gözleri görmeyen bir kimse trafiğin yoğun olduğu yola girmek üzere hemen onu kurtarmaz mıyız? Veya yolunun üstünde çukur var, bir adım atsa içine düşecek, koşup ona yardım etmez miyiz?

Demek ki, sıkıntılı anlarda olan kimselere merhamet, şefkat ve iyi duygularla yaklaşır ve onlara süratle yardım etmeye çalışırız. Tebliğ de böyledir…

Bir kişiye tebliğ için gideceksiniz diyelim… O kişinin akidesinin bozuk olduğunu biliyorsunuz, hedefiniz onu tekfir etmek mi olmalıdır, yoksa onu ateşe düşmekten kurtarmak mı?

Tekfir için gidenler sadece kızarlar, kınarlar, kırarlar! Bu usûl, İslamî değildir; nefsânîdir!

İnancı bizden ayrı bile olsa önce onlarla insan olma noktasında ittifak edebilmelidir.

Çünkü, çevremizdekilere ancak iyi ilişkilerden sonra fayda verebiliriz. Önce iyi komşu, iyi arkadaş, iyi akraba, iyi tâcir olmak lazım; sonra da, o insanlar bize değer verince onlara “Allah şöyle buyurdu” demeliyiz. Hatta insanlarla iyi ilişkilerden sonra; onlar Müslümana teveccüh edecek “Allah ne buyurdu?” diye bizzat kendisi soracaktır. Ama komşusuyla, arkadaşıyla, akrabasıyla, müşterisiyle geçimsiz olan bir kimsenin rastlantılarla bir yerlerde karşılaşıp da konuştuğu meselelere o kimseler değer verir mi! Sevmedikleri o konuşmacı Müslümanı ön yargıyla ve buğzla dinleyeceklerdir!

İnsanların güvenini kazanamayan kişi, ağzıyla kuş tutsa yine de itibar görmez! Müslüman güvenilirliği, dürüstlüğü, doğruluğu, merhamet ve iyi niyetiyle çevresinde sevilen ve değer verilen bir şahsiyet olmalıdır.

Tuhaftır ki; kendini “muvahhid” görenlerin dahi bir kısmı, muvahhid Müslümanlarca bile sevilmemektedir! Demek ki sevmeyen ve sevilmeyenden bir taraf yanlış yoldadır!

Sonuç olarak, Tevhid en güzel şekilde anlatılmalıdır ama hidâyetin Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu da unutmamalıdır! Dolayısıyla “niye iman etmiyorlar?” diye kimseye kızmamak gerekir. “Demek ki, iman edemiyorlar, buna layık değiller” diye düşünmelidir.

Bu gerçeği unutanlar “tekfirci” olurlar, aşırı kişilik özelliklerini “takvâ” adı altında benimserler! Tebliğ yerine tekfiri, merhamet yerine kini, kolaylık yerine zorluğu, müjdelemek yerine nefret ettirmeyi, arkadaş olmak yerine tavır koymayı ve asosyalliği seçerler… Bu, sağlıklı bir insanın psikolojisi değildir!

Bu ifadelerden, İslam’ın açıkça ve olduğu gibi anlatılması gerektiği gerçeğinin göz ardı edildiği sanılmasın! Tevhid’i tebliğ ederken, dinsizlerle bâtıl üzerinde uzlaşma yada onlara yalakalık ve yağcılık yapılmasını savunduğumuz şeklinde bir vehme kapılmayalım!

Apaçık küfür olan sıfatları kim taşırsa elbette küfre girer ve kâfir olur. Ama onun küfrünü dile dolamak yanlıştır. Kalbimizde bilmek kâfidir; zaten mü’min, “kim kâfir?” ve “kim iman ediyor?” bilmektedir. İman eden kimse; kendisi gibi iman etmeyenleri de hemen tanır.

Mesela; Allah’ın gönderdiği emir ve yasakların devrinin geçtiğini ve bunların “eskilerin masalları” olduğunu söyleyen kişi, kim olursa olsun kâfirdir!

Aslında câhiliyye çağlarında pek çok insan, küfr-ü mûcib söz ve davranışlar sergilemektedir. Önemli olan bu tür insanlarla güzellikle geçinebilmeyi başarabilmektir.

İnsanların küfür konusunda tayin edilerek, adlarının sohbet konusu yapılması, arkalarından yada önlerinden dedikodularını yapmak yanlıştır!

Bu dünyada –istisnâî asırlar hariç- herkesin aynı inançta olmasının mümkün olmayacağını unutmamak gerekir.

Herkesin inancı kendinedir! Ayrıca inançlar, bir başkasının meşru özgürlük alanı ihlal etmediği ve hukuka zarar vermediği sürece hayat bulur ve tarih sahnesinde kalır.

Tarih içinde nice inançlar tarihin çöplüğünü boylamış yada arşivine kaldırılmıştır. Bunlar insan fıtratını esas almayan ve kişilerin haklarına en çok zulmeden düzenlerdir. Çünkü, sonunda zulmeden sistemler yıkılmaya mahkumdur!

İnsan haklarına, adalet ve özgürlüğe değer vermeyen pek çok fikirsel akımlar geçmişte sahne almış, rolünü oynamış, senaryo bitmiş ve sahne kapanmıştır!

Demek ki, insanlığın tarihi kadar gerçek olan bir başka realite insanların inanma ihtiyacıdır. . Buna meşru ölçüde saygı duymak ve anlayışlı olmak gerekir.

En önemlisi de, objektifimizi kaybetmeden bizim gibi düşünmeyen bir kişinin yerine kendimizi koyabilmeliyiz; eğer onu anlamak istiyorsak.

Genel olarak şu ifadeyi kullanabiliriz. Zıtlıkları, aykırılıkları, çelişkileri, yanlışları ve hataları değil; güzellikleri paylaşmalıyız…

Bunun için de güzel düşünmeliyiz ki, güzellikleri görebilelim.

Güzellikleri görenler, hem güzel bir hayat yaşar hem de yaşatır.

Hakkında Yusuf Semmak

Araştırmacı, Yazar

BUNA'DA BAK!

Allah’tan Başkasına İbâdet Etmede Cehâlet Mazeret Değildir!

Allah'tan Başkasına İbâdet Etmede Cehâlet Mazeret Değildir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir