3 Ekim 2024 , Perşembe - 16 : 50

Dinde zorlama var mıdır?

SORU: Bazı kimseler dinin vicdan işi ve Allah ile kul arasında bir inanç olduğunu, kimsenin hiçbir şekilde kul ile Allah arasına giremeyeceğini, dolayısıyla da dinde zorlama olmadığını söylerlerken; bazı kimseler de dinin bir inanç ve bir yaşam şekli olduğunu, kalplere ve vicdanlara mahkum edilecek değersiz bir duygu olmadığını, Kur’an’da da asla din mefhumunun geri plana itilmediğini, bilakis iman edenlerin kalp, kafa, duygu, düşünce, sosyal hayat ve insanlarla ilişkilerine yön verdiğini ifade ediyorlar…

Meselenin aslı nedir?

CEVAP: Bu mesele maalesef günümüzde çok tartışılan konulardan bir tanesidir. Maalesef diyoruz çünkü, özellikle dinle ilgisi olmayanlar konuyu gündeme getiriyorlar. Öncelikle bu konuya kısa bir girizgah ile konuyu değerlendirelim. Mesela; “ben Müslümanım” diyen ve kendisine Kur’an ve Sünneti ölçü kabul eden bir kimse için bu sorunun muamma bir tarafı yoktur. Bir kişi kendisini İslam mensubu olarak görüyorsa, zaten kabul ettiği dinin esaslarına göre bir yaşam tarzını benimsemiş demektir. O kişi İslam’a göre yaşamayı bir hak, bir özgürlük ve bir şeref olarak görür; bu nedenle zorlanmasına gerek kalmaz! Aynı şekilde kendisi dışındaki Müslümanların da bu hakkı bulunduğunu baştan kabul eder. O kişi açısından, İslam’ın gereklerine göre bir yaşam sürmek ayrıcalıktır. Bu konuda hiç kimsenin kendisini inanç, amel ve İslam ahlakı konusunda zorlamasına gerek yoktur. Zira o, zorlanmaya gerek kalmadan zaten bu değerlere baştan iman etmiştir.

Zorlama; bir işi yapmak istemeyen kimseye baskı uygulamak ve onu istemediği bir davranışa mecbur kılmak anlamına gelir. Bu, ya insanların baskısı ile ya da şartların oluşturduğu baskı ile meydana gelebilir. Buna ikrah denir. Nahl: 106’da kalbi imanla dopdolu olduğu halde küfre zorlanan Müslümanın kâfir olmayacağı bildirilerek; ikrah yani meşru bir zorlama altında küfür kelimesini söylemenin sahibi için bir ruhsat (izin) olduğu belirtilir. Yani kişiyi kâfir yapmak adına uygulanabilecek tüm baskılar altında İlâhi bir ruhsat vardır. Bu durumlarda kalbe itibar edilir. Tüm dünya bir araya gelse hiçbir mü’mini dininden edemez, ebedi hayatını cehenneme çeviremez! Allah kullarına çok merhametlidir ve onlara hiçbir durumda kıl kadar bile zulmetmez. O halde; kimse zorla kâfir yapılamıyorsa, zorla Müslüman da yapılamaz! Müslümanlığın prensipleri bu dine iman etmeyen kimselere zorla uygulatılamaz. Örneğin; Müslüman olmayan kişiden namaz kılması veya zekat vermesi beklenmez. Ama Müslüman olan kişilerin de inandıkları dine göre yaşam sürme hakları ve mecburiyetleri vardır. Bu mecburiyetin kaynağı, Allah’tır. Çünkü Allah, gönderdiği talimatlarına göre hareket etmeyenleri ölümden sonraki hayatta hesaba çekecek ve cezalandıracaktır. Bu konudaki hükümler apaçık ortadadır.

Evet, bazı kimseler “dinde zorlama yoktur” derken; bazıları da “dinde zorlama vardır” diyorlar. Meselenin aslı nedir? Kimden ve nereden öğreneceğiz? Amacı, bir meseleyi doğru öğrenmek olan kimse mutlaka konuyu detaylıca araştırır. Tam mutmain olup içi ve gönlü rahat edinceye kadar da ikna olmaz. Buna saygımız vardır. Olması gereken de zaten objektif olup, meseleyi kaynaklarından araştırıp doğru sonuca ulaşmaktır. Bu davranış psikolojisinin güzel olduğunu söylerken şuna da dikkat edilmelidir. Her mesele kaynağından araştırılmalıdır, tâli kaynaklarla yetinmemeli, konu ‘bence’ ve ‘sence’lere mahkum edilmemelidir. Biz şu anda bu konunun İslam’daki hükmü üzerinde konuşuyoruz. O zaman Kur’an ve Sünnet esas alınmalıdır. Hristiyanlıktaki teslis (Ekânim-i Selâse) yani üçleme ya da üç unsur inancının mahiyetini araştırmak istersek, Yahudi kaynaklarına bakmayız! Bizzat yerinde incelemeler yaparız ve Hristiyanların akideleri hakkında gerçek bilgiye ulaşırız. Sonra da Müslüman olduğumuz için ulaştığımız bu verileri İslam kaynaklarına göre değerlendiririz; hükmünü öğrenmiş oluruz. Bu son durum bizim inancımızla ilgilidir. Bir meseleyi araştırırken, objektif olunmalıdır. Araştırmacının kendi değer yargılarıyla, önyargılı olarak bir mesele üzerine hüküm vermesi doğru olmaz; belki de ulaştığı sonuç yanlıştır. Ayrıca bu durumda sonucun gerçekten doğru olduğundan kendisi de emin olamaz ve gerektiğinde o düşünceyi savunamaz, ispat edemez. Çünkü kendisi bile o düşünceye kesinkes inanmıyor, inanamıyor; nasıl başkalarını inandırsın!

Konumuza tekrar dönersek; “İslam dininde zorlama var mıdır?” sorusunun cevabına ulaşmak için bir çok soru sormaya gerek vardır. Yani böyle bir soru soran muhatap olmalıdır ki; cevap veren kimse de, cevap verebilmek için ona soru sorabilmelidir. Sonuçta da araştıran ya da soran kimse ister Müslüman olsun ister gayr-i müslim; İslam’daki bu meselenin doğru hükmüne ulaşabilsin. Konumuza ne açıdan cevap vereceğiz? Müslümanlar açısından mı? Yoksa Müslüman olmayanlar açısından mı? Aslında bu mesele hakkında pek çoğumuz az ya da çok bir şeyler bilmektedir. Ama girift bir konu olduğunu söylemeden geçemeyiz.

Bu meselede konuşan kişi, kendisince fikir açıklaması yapıyorsa; “Bu senin fikrin olabilir ama İslam’ın hükmü de budur” denebilmelidir. İnsanların yanlış düşüncelerine bir noktaya kadar tolerans ve hoşgörü gerekir. Unutmayalım ki, her kafadan bir ses çıkan bir dünyada yaşıyoruz. Kur’an ve Sünnet bilgisine sahip olmayan, ilimsiz kimseler; hâlihazırda pek çok konuda yanlış düşünüyor ve konuşuyor olabilir ki; vakıa da zaten budur! TV, Gazete, Radyo, İnternet gibi ortamlarda prof ve akademisyen unvanlı kişiler bile birbirlerine zıt şeyler söylerlerken; müsaade edin de, Kur’an’ı hiç bilmeyenler de onlara zıt şeyler söylesinler! Buna kimse engel olamaz zaten. Ama gerçeğin söylenmesi bilenlerin görevi, bilmeyenlerin de hakkıdır.

Bazıları şöyle bir fikir belirtir: “Kişiye dine girerken, dini yaşarken ve dinden çıkarken zorlama yapılamaz.” Peki doğru mudur? Cevaba geçmeden önce şunu hatırlatalım. Herkesin Kur’an ve Sünnete göre düşünüp konuştuğu varsayımından hareketle her fikre değer vermeyelim. Hatta kendi fikrimize bile… Kendi duygu ve düşüncelerimizin Kur’an ve Sünnete uygun olup olmadığını araştıralım. Yukarıda zikrettiğimiz fikirdekiler Müslümana, “neden dini yaşamıyorsun?” diye sorulamayacağını ya da “Müslümanca yaşa” denemeyeceğini savunurlar! Delil olarak da, “Dinde zorlama yoktur” (Bakara: 256)’yı öne sürerler.

Bu ayeti yerinde inceleyeceğiz birazdan.

Ayrıca Rabbimizin, “Sen onlar üzerinde bir zorba (zorlayıcı) değilsin” * ayetini delil getiriyorlar. Bu ayeti de açıklayacağız. Ama önce, “dinde zorlama yoktur” mealinde bir ifadeyle başlayan Ayet-i Kerime üzerinde duracağız.

لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Dinde zorlama yoktur. Muhakkak iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğut’u inkâr eder ve Allah’a iman ederse o gerçekten, kopması olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” *

Bakara: 256 ayetini ele alacak olursak; “dinde zorlama yoktur” buyruğundaki ‘din’ kavramı, itikad (inanç) ve şeriat (İslam) anlamındadır. ‘Din’ kelimesinin bu anlamlara geldiğinin karînesi de sonra gelen cümledir: “Muhakkak doğruluk ile sapıklık apaçık ortaya çıkmıştır.” Bahsi geçen ayette ‘Din’ kelimesi akide ve şeriat anlamına geldiğine göre; sonra gelen cümleye şöyle de anlam verebiliriz: “Muhakkak iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır.” * Müfessirler buradaki Rüşd (doğruluk)’un iman, Ğayy (sapıklık)’ın da küfür olduğunu söylerler. Bu açıklamalardan sonra şunu anlıyoruz: İman ve küfür apaçık ortaya çıkmıştır, “Artık dinde zorlama yoktur.” Yani; Din(e girme)de zorlama yoktur. Hiçbir kimseye “Müslüman ol!” diye baskı yapılamaz. Çünkü, Bakara: 256’nın ikinci cümlesinden de anlaşılmaktadır ki, iman ve küfür kesin olarak birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır. Bu nokta bir yol ayrımıdır. “De ki: ‘O (Kur’an) Rabbinizden gelen bir hakktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.” * Seçimini küfür ve inkâr yolundan yana kullanan kimseye, kim, kalkıp da zorla ‘İslam yoluna gir, Müslüman ol!’ diye baskı yapabilir! Bu doğru olmaz. “Artık kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse o gerçekten, kopması olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” Önceki cümlede iman ve küfrün açıkça ortaya konulduğu belirtildi. Artık insanlar bu noktada bir yol ayrımına, bir kavşağa geldiler. Ya iman, ya küfür! Ya cennet, ya cehennem! Ya Allah’ın yolu, ya şeytanın yolu! Ya ebediyyen kurtuluş, ya da ebedi olan bir kaybediş! Bu aşamada Rabbimiz; “ne haliniz varsa görün”, “bu kadarını söyledim, gerisini siz bilin, bulun” demiyor. İman yolunu gösteriyor. Allah, kullarını bir an bile kendi hallerine bırakmıyor, her an gözetiyor, hakka çağırıyor, hak yolu gösteriyor. Rabbimiz kullarına “iman edin” diyor; ama ‘nasıl iman edeceğiz’ diye biz sormadan O, bize nasıl iman etmemiz gerektiğini de açıklıyor. Sonsuz rahmet ve hikmet sahibi olan yaratıcımız hiçbir şeyi ihmal etmiyor/etmez.

Bizlere şöyle iman edin diyor: “Artık kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse” buyuruyor. Ayette görüldüğü gibi; imanın ilk şartı tâğutu inkârdır. Tâğutu reddetmeden, inkâr etmeden iman gerçekleşmez. Böyle bir iman şekli, içinde şirk bulaşığı olan bir imandır. Bulaşık bir imandır. Yani Allah’ın kabul edeceği bir iman şekli değildir! Allah bizden şirksiz bir iman istiyor. “Allah’a ibâdet edin (iman edin), O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” * Ancak bu şekilde iman ederse kişi; muvahhid olur. Aksi taktirde müşrik sayılır. Allah şirk koşmadan iman edenleri müjdeliyor:

“İman edenler ve imanlarına da zulüm (şirk) karıştırmayanlara gelince; işte emniyet onlaradır ve hidâyete ermiş olanlar da onlardır.” *

En’âm: 82’ye göre şirk koşmadan iman edenler tüm korkularından emin olacaklardır. Hidâyette olanlar da onlardır. Bu ayette ki “zulüm” Peygamberimizin açıklamasına göre; “şirk” anlamındadır. Lokmân: 13 ayetindeki gibidir. *

“Hani Lokmân oğluna öğüt verirken şöyle demişti: ‘Oğulcuğum, Allah’a şirk koşma. Muhakkak şirk büyük bir zulümdür.'” *

Bu ayet bir babanın çocuğuna karşı görevinin açık bir delilidir. Çocuklarını şirkten, tâğuttan sakındıran ve yalnızca Allah’a iman eden babalara ve analara ne mutlu! Bu ayetten böyle bir müjde de çıkar. Ama birileri de itiraz edip “sen Müslüman olarak çocuklarını şirkten sakındıramazsın, namaz kıl, diyemezsin, dinde zorlama yoktur” diye itiraz ederlerse; onların bu itirazı acaba bu ayete uyan Müslümana mı yoksa Allah’a ve O’nun hükmüne mi?

Böylece Allah’ın bizden istediği makbul imanın şirkten soyutlanmış bir iman olduğunu anladık. Tâğutları reddetmeden ise bu iman asla gerçekleşmeyeceğini bizi yaratan irade sahibi söyledi; biz de iman ettik. Bakara: 256’da “Artık kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse” derken, bu gerçeğe işaret edilmektedir. Bu ayet, en önemli İslam gerçeğini en açık şekilde ifade ediyor. Tâğutu inkâr, imanın temel şartıdır. Sadece bu şekilde iman dairesine girilebilir. Yani ‘tâğutu inkâr fiili’ tam gerçekleştikten sonra ‘iman’ ortaya çıkmaktadır. Birisi, iman etmek istiyorsa mutlaka tâğutları reddetmelidir.

Tâğutu inkâr etmeden iman gerçekleşmiyorsa, peki tâğut nedir? Belki de bu yaşına kadar bu kelimeyi duymayanlar, bilmeyenler var!

“Tâğut, Allah dışında kendisine ibâdet edilen herkesten ve kendisine tapılan her şeyden ibârettir. “Tâğut”, tekil’e de çoğul’a da kullanılır. Bkz: Bakara: 256, 257, Nisâ: 51, 60, 76, Mâide: 60, Nahl: 36, Zümer: 17. (Kur’an’da 8 yerde geçer) O halde tâğut, haddini iyice aşan herkesi kapsar. Sihirbaz, kâhin, şeytan ve hayır yolundan alıkoyan herkes tâğut ismini alır.” (Müfredât, Râgıb el-İsfehâni, Beyrût, Dâru’l Ma’rife, 4. Baskı, 2005, Sh: 306)

Tâğutlar çoktur; biz belli başlılarını zikredelim:

Tâğutların ilki ve hocası iblis’tir. Tüm insan ve cinlerden Allah’a başkaldıran, insanları kendisine ibâdet ve teslimiyete çağıran herkes tâğuttur.

Bazı alimler tâğutu “insan ve cin şeytanlarıdır” diye tarif ederler. Bu nedenle bazı Kur’an çevirmenleri tâğutu şeytan diye çevirmiştir.

(Mütercim yerine “çevirmen”, “çeviren” kelimesini kullanıyoruz. Çünkü bütün ulemâya göre, Kur’an’ın tercüme edilemeyeceğinde icmâ vardır. Kur’an, Allah Kelâmı olduğu için, Allah’ın hiçbir sözünün hiçbir dilde tam karşılığı bulunamaz; ancak Allah’ın Kelâmı meal ve tefsir yoluyla açıklanır ve anlaşılır. Kur’an’ın başka dillere çevrilmesine “tercüme” değil; meal ya da anlam denir. Tercüme ise; bir dildeki metnin başka bir dile aynen, tüm özellikleriyle birebire aktarılması işidir.)

Bazı alimlerin Kur’an çevirilerinde tâğutu şeytan diye ifade ettiklerini söylemiştik. Ama, böyle bir çeviri, eksiktir. Zira burada tafsil vardır. Yani bu mesele ‘açıklanmadan, avâmlarca anlaşılamaz’ ve bu durumda, insan şeytanlarından da sakınılamaz! Kur’an’ın son sûresi olan Nass Sûresinde cin ve insan şeytanlarının şerrinden ve vesveselerinden Allah’a sığınmamız emredilmiştir. Kul, hem insan hem de cin şeytanlarının şerrinden, saptırmasından, ayartmasından sakınmak zorundadır.

Kendisi razı olduğu halde kendisine ibâdet edilen kimseler de tâğuttur. Bu tür insanlar kendilerine kulluk yapılmasından memnundurlar. Hatta pek çoğu bizzat kendisine kulluk edilmesini emreder, insanları bu konuda icbâr eder.

Burada bir noktaya dikkat çekelim; eğer tapınılan kişi, kendisine yapılan kulluktan razı değilse, tâğut olmaz. Peygamberler, melekler, salih zatlar gibi. Tarih boyunca ve bugün; Peygamberleri, melekleri ve salih insanları ilâhlaştırıp onlara tapan kimseler var olagelmiştir. Bu salih zevâta tâğut denmez. Sadece bu mübarek kulları ilâhlaştırıp onlara tapanlar küfre girerler. Bu zevâtın bu konuda hiçbir suçu yoktur.

Rabbimiz bu konuya Hz. İsa’nın şahsında açıklık getiriyor:

“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, Allah’ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin diye sen mi söyledin?’ diyeceği zaman (İsa) der ki: (Rabbim) Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Şayet ben onu söylemiş isem zaten Sen onu bilmişsindir. Sen içimde olanı bilirsin. Ama ben Senin gaybında olanı bilmem. Şüphesiz Sen, gaybları çok iyi bilensin.” *

Bu ayet, kendisi razı olmadığı halde kendisine tapınılan kimsenin suçunun olmadığının açık bir delilidir. Ancak, kendisine ibadetten razı olanlar, bundan daha kötüsü insanlara, Allah’ı bırakın da bana kulluk edin diyenler, hatta kendilerine itaate zorlayanlar için çok korkunç bir tehdittir bu ayet! Kıyamet günü Allah, bu insanlara hesap soracak!

Böyle bir suçla Allah’ın huzuruna gidip de sorgulanmaktan korkmayan var mı? İnsan dünyada küçük bir hata bile etse, sorumlu kişiye karşı ne kadar utanıyor; suçu büyükse korkuyor değil mi?

Gaybtan bir şeyler bildiğini iddia eden de tâğuttur.

Örneğin; “kalpten geçenleri bilirim, duvarın arkası ile önü benim için birdir” diyenler. “Geceleyin yatağında kaç kez sağa sola döndüğünü ben bilirim” diyen de tâğuttur. Bunlara inanan da tâğutu inkâr etmemiştir. Böyle insanları alim ve evliya sanan insanlara da şaşmamak elde değil!! Senin yatak odana, özeline kadar hayal aleminde göz dikip, bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişi evliya değil; olsa olsa gaybı bildiğini iddia eden bir tâğuttur! Allah ve Rasûlü özel hayatı ifşâ etmemeyi, tecessüs yapmamayı emrederken, kime bu konularda yetki verebilir?! Senin ya da eşinin gece yatağında kaç kez sağa, sola döndüğünü bilmek o zata ne kazandırır ki; Allah ona -hâşâ- bu gayb perdesini açsın? Bu ve benzeri konularda kimse bilgi sahibi değildir; iddia edenler ise ya birilerinin ya da şeytanın yalancısıdırlar.

“Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, elbette sizler de müşrikler olursunuz.” *

Gaybı ancak Allah bilir. Allah da gaybını ancak peygamberlerine bildirir.

“O, gaybı bilendir. Gaybını hiçbir kimseye bildirmez. Ancak beğenip seçtiği Peygamberler müstesnâ.” *

Biri çıkıp “ben gaybı bilirim” diyor; Allah da “Vahyi, Peygamberlerden başka kimseye bildirmem” diyor! Bu adam, Peygamber de olmadığına göre; yalancıdır ve onu tasdik etmek küfürdür.

Demek ki tâğut Allah’ın ilâhlığını kabul etmeyerek, kendisini ilâhlaştırandır. O, şeytan, papaz, dinî veya siyasî lider ya da kral olabilir.

Allah’ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek ve alternatif olmak üzere hükümler icad eden her varlık tâğuttur.

“Andolsun ki Biz her ümmet arasında: ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye (uyaran) bir peygamber göndermişizdir.” *

Gramer Yönünden Açıklama:

Bu izâh, Arapça bilenleredir…

Ayetin Arapça metninde iki fiili cezm eden şart edatı “Men” geçmektedir. İ’râbu’l Kur’an, Kur’an ilimlerinin esası ve İbn Abbâs’dan gelen bir rivâyete göre; Kur’an’ın tefsir metodlarındandır. Yani Kur’an’ın tefsir ediliş yöntemlerinden biri de Arapça ilimleri ile Kur’an’ı anlamaktır. Bu ilim olmadan Kur’an tefsir edilemez. Yani Kur’an’ın i’râbını bilmeyen, Kur’an hakkında söz söyleyemez. Ancak okuduklarını konuşur. Bunlar da soyut fikirlerden ibarettir ve tahkik edilmeleri şarttır!

İ’râbımıza devam edelim: Men-i şartıyye; şart fiili ve şartın cevâbı ya da cezâsı (karşılığı) olmak üzere iki fiil ister. Yani يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ “Tâğutu inkâr ederse” ifadesinde ‘inkâr ederse’ şart fiilidir. ‘Tâğutu’ kelimesi de şart fiiline müteallıktır.

وَيُؤْمِن بِاللّهِ “Allaha iman ederse” ifadesindeki ‘iman ederse, يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ “tâğutu inkâr ederse” üzerine ma’tuftur.

‘Allaha’ kelimesi de ‘iman ederse’ye müteallıktır. Aradaki ‘vâv’ atıf vâv’ı olur; sonrasına ma’tuf, öncesine ma’tufun aleyh denir.

Bu durumda; ‘Allaha iman ederse’ ifadesi, ‘Tâğutu inkâr ederse’ ifadesinin üzerine ma’tuftur.

Allah’a iman, tâğutu inkâr şartından sonra geliyor ve o şart fiili üzerine atfedilerek; imanın sıhhat şartı ortaya konuluyor.

Bizler önce, كَفرْتُ بِالطاغوُتِ “tâğutu reddettim” daha sonra da آمَنْتُ بِاللَّه “Allah’a iman ettim” demeliyiz. Bu iki cümle ilk öğrenmemiz gereken gerçeklerdendir. Belki de konuşmaya başladığımızda ilk söylememiz gereken cümlelerden idi. Çünkü iman, bâtıl ilâhlarının reddiyle başlamaktadır.

Kelime-i Tevhid de (Lâ İlâhe İllâllah) nefy (olumsuzluk) edatı ile başlıyor.

Ana Hatlarıyla Kelime-i Tevhid’i Tanıyalım:

Kelime-i Tevhidde ki “Lâ”, cinsini nefy eden olumsuzluk edatıdır. İsmi sürekli cins isim, haberi de genelde gizli olur. İsmini nasb, haberini ref’ eder.

Şimdi de, Lâ İlâhe İllâllah’ın terkibini yapalım:

لاَ إلَهَ إلاَّ اللهُ daki لاَ , cinsini nefy eden Lâ’dır. إلهَ , Lâ’nın ismi ve mensub’tur. Lâ edatı, ilâh cinsinden herkesi nefy ediyor.

لاَ إلهَ derken, ilâh cinsinden her şeyi reddetmiş oluyoruz.

Bu bölüm; كَفرْتُ بِالطاغوُتِ “tâğutu reddettim” demektir. Lâ’nın haberi gizlidir; o da, ya حَقٌّ (gerçek) ya da مُسْتَحَقٌّ (layık, hak sahibi) kelimeleridir. Lâ’nın mahzûf haberinin, بِحَقٍّ yahut لَنَا kelimeleri olduğu da söylenmiştir. Yani “Allah’tan başka, bizim için gerçek ve hak sahibi hiçbir ma’bud yoktur” demektir. Bu, Ehl-i Sünnet’in görüşüdür.

Kelamcılara göre ise, Lâ’nın gizli haberi; مَوْجُودٌ (mevcûd)’dur. Ancak burada işkâl (problem) vardır. Çünkü bu durumda anlam; لاَ إلَهَ مَوْجُودٌ إلاَّ اللهُ “Allah’tan başka mevcut hiçbir ilâh yoktur” olur. Bu açıklama yanlış olur; çünkü Kur’an, Allah’tan başka sahte ilâhlar bulunduğunu bizzat kendisi belirtiyor. Ve onları reddetmeyi emrediyor.

Tekrar söyleyelim: Kelamcıların, haberi مَوْجُودٌ olarak takdirlerine göre, Lâ İlâhe’nin anlamı: “mevcut hiçbir ilâh yoktur” olur. Tabi ki bu yorum şeklinin İslam akidesine uymadığını ve Tevhid’i bu şekilde yorumlayanların şirkten uzak kalamayacakları muhakkaktır!

Tevhid ve imanın esası, sahte ilâhların reddinden ve Allah’a teslimiyetten ibarettir. Tüm Peygamberler, sahte ilâhlara karşı mücadele vermişler ve kavimlerini sadece Allah’a kulluğa davet etmişlerdir.

Kelamcılara, itiraz ettiğimiz de onlar: “Lâ İlâhe (Mevcud)” deki ‘İlâh’ dan kastın ‘yaratıcı’ olduğunu söyleyerek işkâl’i izâle etmek, ortadan kaldırmak istiyorlar. Daha doğrusu problemi çözmeye çalışıyorlar ama sorun devam ediyor. Zira bu durumda anlam; لاَ خَالِقَ مَوْجُودٌ إلاَّ اللهُ “Allah’tan başka mevcut hiçbir yaratıcı yoktur” olmaktadır.

Kelime-i Tevhid’i bu şekilde ifade etmek doğrudur ancak eksiktir; zira, bu, Rubûbiyette Tevhid’dir. Bunu müşrikler de kabul ediyorlar. Sadece bununla yetinilse Tevhid akidesi gerçekleşmiyor!

Ehl-i Sünnet’e göre “İlâh” kelimesi ism-i mef’ul anlamında masdardır. İlâh, مألوُهٌ yani مَعْبُودٌ “ibâdet edilen, ma’bud” demektir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’e göre anlam: لاَ مَعْبُودَ حَقٌّ إلاَّ اللهُ “Allah’tan başka gerçek hiçbir ma’bûd yoktur” olur.

Bu takdir, Ulûhiyet Tevhidini ifade etmektedir. Ulûhiyet Tevhidi, Rubûbiyet Tevhidini de içine alır.
Allah’ı ibâdet edilecek tek ilâh kabul etmedikçe iman gerçekleşmez. O’nu sadece “yaratıcı” kabul etmek, tek başına yetmez.

Hak yani gerçek ma’bud Allah olduğu için, Lâ’nın mahzûf olan haberini حَقٌّ “gerçek” olarak takdir etmek en doğrusudur. Zira Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِن دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ

“Bu, böyledir. Çünkü Allah, hakkın tâ kendisidir. O’ndan başka onların çağırdıkları ise bâtıldır. Ve muhakkak Allah, çok yücedir, çok büyüktür.” *

Kelime-i Tevhid’in i’râbına devam edecek olursak; إلاَّ istisnâ edatı, nefy’den sonra vâki olduğu için, ilga edilmiştir yani onun ameli yoktur (lâ amele lehâ), اللَّهُ ise, Lâ (لاَ)’nın mahzûf olan haberinden bedel’dir. لاَ إلَهَ حَقٌّ إلاَّ اللهُ cümlesi, nefy (لاَ إلَهَ) ve isbât (إلاَّ اللهُ)’ı içermektedir.

إلاَّ اللَّهُ ise;آمَنْتُ بِاللَّه “Allah’a iman ettim” anlamındadır.

Kelime-i Tevhid’in izâhına devam edelim.

Kelamcılar: “Allah’tan başka mevcut Yaratıcı yoktur” derken; Ehl-i Sünnet: “Allah’tan başka gerçek ilâh yoktur” demektedirler. Kelamcıların bu yorumu ve bu şekilde düşünenlerin Tevhid hakkındaki anlayışları, Kur’an’a aykırıdır. Çünkü Kur’an bize müşriklerin Allah’ı yaratıcı olarak kabul ettiklerini bildiriyor:

“Andolsun, onlara (müşriklere): “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan; onlar elbette “Allah” diyeceklerdir.” *

“Eğer sen onlara (müşriklere): ‘Göklerle yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emrinize verdi?’ diye sorsan, onlar elbette: ‘Allah’ diyeceklerdir.” *

Bu konudaki ayetleri çoğaltabiliriz. Bu kadarı yeterlidir.

Eğer kelamcıların iddia ettikleri gibi, ilâh’tan kasıt sadece “Yaratıcı” olsaydı; müşriklerin de Tevhid ehli sayılması gerekirdi!

Günümüzde de pek çok insan sadece “Allah vardır, birdir, yaratıcıdır, rızık verir” demeyi Tevhid için yeterli sanıyorlar; oysa müşrikler de bunların hepsini söyleyip kabul ediyorlardı. Buna rağmen sadece O’na ibadet etmiyorlardı. Asıl mesele budur! İbadet edilmeye layık gerçek ilâh sadece Allah’tır. Allah sadece mevcudiyeti ile değil; sıfatlarında eşsiz ve ortaksız olmasıyla, tek mabud olmasıyla, kâinatın tek sahibi olmasıyla, mülkünde ve hükmünde ortağı bulunmamasıyla tek ve biriciktir. Elbette ki; bunların yanında Allah bir tektir, her şeyin yaratıcısıdır, herkesin rızkını O verir, hiçbir şeye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır, varlığı kendindendir, gökten suyu O indirir, her şeye gücü yetendir, her şeyi bilir, görür, haberi olur, sonsuz ilim sahibidir, öldürür, diriltir, âhirette hesaba çekecek olan O’dur. Dolayısıyla noksan sıfatlardan münezzeh ve en mükemmel sıfatlarla muttasıftır.

Kelime-i Tevhid’in ne anlama geldiğini gelin, Kur’an’dan öğrenelim:

Âl-i İmrân: 64; Kelime-i Tevhid’in anlamının sadece Allah’a ibâdet etmek, O’na şirk koşmamak ve sahte rabbler edinmemek olduğunu bildiriyor:

“De ki: ‘Ey Kitap Ehli! Bizimle sizin aranızda âdil olan bir kelimeye geliniz: “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Kimimiz kimimizi Allah’tan başka Rabbler edinmesin.” Eğer yüz çevirirlerse: ‘Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza şâhid olun’ deyin.” *

Kelime-i Tevhid’e sadece zahiren “Allah’tan başka ilâh yoktur” diye itikad etmek küfürdür. Çünkü sahte ilâhlar vardır ve çoktur; Tevhid ve İman, o sahte ilâhların ve tâğutların reddiyle gerçekleşir. İlâhlık iddia eden sahte ilâh ve rabbler olabilir ama Allah’tan başka hakiki ilâh yoktur. Yani onlar sahtedir, Allah gerçek! Tevhid’in gerçek anlamını kastetmek şartıyla, lafız olarak; “Allah’tan başka ilâh yoktur” demek ise câizdir.

Tekrar Bakara: 256’nın terkibine dönecek olursak; öncelikle şunu söyleyelim. Bu ayet, -Âl-i İmrân: 64 gibi- Kelime-i Tevhid’in anlamını açıklamaktadır: “Artık kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse” ifadelerinin biri diğerinin üstüne atfedilmiş şart fiili olduğunu söylemiştik.

فَقَدِ اسْتَمْسَكَ “Muhakkak tutunmuştur” ifadesi, cevâbu’ş şarttır. بِالْعُرْوَةِ ‘kulpa’ kelimesi cevâbu’ş şarta müteallıktır. الْوُثْقَىَ ‘sapasağlam’ da, onun sıfatıdır. Cevâbu’ş şart’ın başında ki “fâ” cevap fâ’sıdır. Yani Allah’a imanın gerçekleşmesi için önce tâğutu inkâr sonra Allah’a iman gerekiyor. Böylece kopması olmayan bir kulpa tutunulmuş olmaktadır.

Bu kimse artık, “gerçekten, kopması olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” *

Bakara: 256. ayette ‘tâğutu inkâr edip Allah’a iman edenlerin, kopması olmayan sapasağlam kulpa yapışması’ ifadesi bir benzetmedir. Bu ayetteki benzetilen (kulp) hakkında alimler farklı açıklamalar yapmışlardır. Ama bu kelimeler aynı anlamı ifade eden değişik ibârelerdir. İmam Mücâhid’e göre bu kulp, “İman”, İbn Abbâs’a göre “Lâ İlâhe İllâllah”, Süddi’ye göre “İslam” dır. Hepsi de aynı anlama gelmektedir. Demek oluyor ki; tâğutlara kulluktan uzak duran, şirki terk eden, ancak Allah’a kul olan kimse İman’a, İslam’a, Lâ İlâhe İllallah’a tutunmuş olmaktadır.

Allah, bu kulp’u “kopması olmayan” diye nitelemektedir. Bu konuda da İmam Mücâhid: “Onlar küfre sapmadıkça İman’ı onlardan izâle etmez” demiştir. Rabbimiz de: “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” * buyurmaktadır.  İman ve İslam kulpuna tutunan kimseden bu kulp asla kopmaz ve elinden kayıp gitmez. Bu bir teşbihtir; iman eden kimse küfre sapmadıkça; iman nimetinden mahrum kalmaz, zorla da mahrum edilemez.

Bakara: 256. ayet “Allah işitendir, bilendir” diye bitiyor. Bu bitiriş, konuyla çok uyumludur. Zira, tâğut’un inkâr edilmesi ve Allah’a iman, dil ile söylenen ve kalp ile inanılan hususlardandır. Allah, kullarının dille söylediklerini Semî’dir. Her şeyi işitendir; kalplerindekileri, inandıklarını da Alîm’dir. Her şeyi bilendir. Bu ayet, Tevhid’i en açık şekilde ifade ettiği için bir nebze üzerinde durmak istedik.

Ancak bu ayet hakkında söylenecekler bu kadarla sınırlı değildir!

Şimdi, bu ayetin hangi kelimesinde acaba dinde zorlama olmadığına dair bir işaret vardır? Buradan sadece inkârcıları dine girme konusunda zorlamanın olmadığı anlaşılmaktadır. Zorla güzellik olmadığı gibi; zorla dindarlık da olmaz! Adam, iman etmek istemiyorsa zaten zorlanması diye birşey söz konusu olamaz. Ama iman eden kimse, isteyerek Allah’a itaat eder, onu zorlamaya gerek yoktur. İman sahibine iman ettiği Allah’ın buyruklarını hatırlatmak, söylemek, emretmek, uyarmak inanç özgürlüğüne müdahale değildir! Zaten o kişinin iman ettiği esaslardır söylenenler. Kendisine, İslam’ın hakikatlerini söyleyen kişiye Müslüman ancak teşekkür eder, dua eder. Bu ikili arasındaki hayır yarışı inanmayanları neden rahatsız etsin?

Kâfirleri zorlama konusuna gelince; bu meselede bazı alimler farklı yaklaşımlar da sergilemişlerdir. Mesela; İbn Mes’ud ve pek çok müfessirden rivâyete göre; “Dinde zorlama yoktur” ayetinin, “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara sert ol!” * ayetiyle nesh edilmiştir.

Allah her şeyin en doğrusunu bilir. Bu ayet, mensûh değildir. Tefsiri, açıklandığı gibidir. Nesh konusuna farklı yelpazeden bakıldığında burada işkâl yoktur. Zâhiren birbirine zıt gibi gözüken rivâyet yada açıklamaları -İbn Mes’ud’dan gelen nesh konusundaki rivâyet gibi-, lafzî ihtilaf olarak görmeliyiz. Bu farklı yaklaşımlarda esas’ta ihtilaf yoktur.

Görüldüğü gibi bu ayet, birilerin iddia ettiği gibi “Müslümana dinde zorlama yoktur, nasıl isterse öyle yaşar” fikrine delil teşkil etmiyor.

“Hiçbir şekilde dinde zorlama yoktur” diyenlerin ikinci delilleri de “Sen (Hz. Peygamber) onlar üzerinde zorlayıcı (zorba) değilsin” * ayetidir.

Bakalım bu ayet onların anladığı gibi; “Ey Muhammed, din hususunda Müslümanları zorlama, sen onlar üzerinde zorlayıcı değilsin, onları kendi hallerine bırak” anlamına geliyor mu! Onu göreceğiz… لَسْتَ عَلَيْهِم بِمُصَيْطِرٍ “Sen onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin.”

Bu ayet, Peygamberimizin şahsına, onun şahsında da ümmetine hitaptır. “Sen onlar üzerine musallat bir zorlayıcı değilsin” anlamındadır.

Öncelikle usûlen kısa bir hatırlatma yapalım: Bir ayeti doğru anlamak için; usûlü, grameri, lügatı, siyâk ve sibâkı, nüzul sebebini ve zamanını, o konudaki Hadisleri, selefin görüşünü vs bilmek gerekir. Yani, bir ayet hakkında kafaya ve dile geldiği gibi rastgele konuşmak câiz olmaz. Tefsir Usûlüne vukûfiyet şarttır. Zaten ilimden anlayan haddini de bilir; her konuda fikir yürüten bilmediğini bilmeyendir. Bu duruma cehl-i mürekkeb denir. Yani bilmediğini de bilmemektir. Bir ayet hakkında konuşurken; muhkem mi, müteşâbih mi, nâsih mi, mensûh mu anlamalı. Kur’an’ın ğâribini, mecâzını, temsîlini vs bilmelidir.

Örneğin, Ğâşiye: 22 ayeti, nerede ve ne zaman nâzil oldu? Siyâk ve sibâkı neyi anlatıyor? Nâsih mi Mensûh mu? Yada muhkem mi müteşâbih mi? Hakikat mı, Mecâz mı? Müfessirler ayeti nasıl anlamışlar? Ayette ğarîb kelime veya teşbih, temsil var mı? Sayısız sorular üretebiliriz…

Bu açıklamayı meselenin önemini anlayalım diye yapıyoruz. Rabbimiz: “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz” * buyurmaktadır. Acaba biz bu İlâhi fermanı dikkate alarak; bir ayeti yada bir meseleyi öğrenmek için müctehidlere başvuruyor muyuz?

Bu açıklamalardan amacımız, İlâhi emre muhatap olma noktasında şuur kazanmaktır. Kur’an’a göre; bilmiyorsak, o konuda ehil olanlara soracağız ve onlara danışacağız. Bu ayet, her ne kadar Kitap ehlinin bilginlerini kastediyorsa da; onların şahsında Ümmet-i Muhammed’in alimleri kastedilmektedir.

İbn Abbâs’a göre Zikir ehli, Kur’an ehlidir. Zikir ehli’nin, İlim ehli olduğunu söyleyen alimler de vardır. Alimlerin yorumları, anlamca birbirine yakındır.

Bu ayet, Peygamberimizin elçiliğini inkâr eden Mekke müşriklerine hitâben inmiştir. Eğer inanmıyorsanız, Ehli Kitabın alimlerine sorun. Onlar size Allah’ın beşer arasından Peygamber gönderdiğini itiraf edeceklerdir” demektir. Zira, Mekkeli müşrikler; “Allah ne diye bir melek göndermedi” diye Peygamberliği inkâr etmekteydiler (Bkz: Mü’minûn: 24). Sonuç olarak bu ayet bize, bilmediğimiz bir konuda ehline yani alimlere sorup, öğrenmemiz gerektiğini bildiriyor.

Konumuzun Temelini Teşkil Eden İkinci Ayetimiz, Sûre Bütünlüğünde Ne Anlama Gelmektedir?

O ayetin, içinde geçtiği sûreyi kısaca tanıyalım: Ğâşiye Sûresi, Mekke döneminin ilk devirlerinde inmiştir. Sûrede, Tevhid ve âhiret konuları ele alınmıştır. Çünkü müşrikler bu iki esasa karşı çıkıyorlardı. Kur’an, bu iki akidevî esası onların zihinlerine yerleştirmek istiyordu. Şunun altını çizelim: Demek ki bu sûre müşrikler hakkında inmiştir.

Sûre, kıyametten bahisle başlar ki; bir gün o günün geleceği ikazıyla müşrikler uyarılır. Sonra kâfirler için, cehennem azabından bahsedilir. İnzâr’ın korkutma boyutundan sonra müjdeleme boyutu gelir. Mü’minler için hazırlanmış, cennet ve nimetleri anlatılır.

Rabbimiz, 17. ayette müşriklere yönelerek; devenin yaratılışına bakmalarını ister? Deve, çöl koşullarına çok elverişli ve mükemmel özelliklerde yaratılmış bir hayvan ve Arapların yanında çok değerli. Bu ayetten anlıyoruz ki, insanlara misal getirirken kendi çevrelerinden verilmelidir. Böylesi örnekleme onları daha çok etkiler. Hayali, efsanevi, mitolojik ve insanların hayat şartları dışında kalan misallerden kaçınmalıdır. Örnek; demirciye o meslekten örnek verilir. Mekke döneminde uçaktan, hızlı trenden, son model arabalardan, füze ve roketlerden bahsedilmesi abes olurdu! Müşrikler; 18, 19 ve 20. ayetlerde ise çevrelerinde her zaman gördükleri gök, dağlar ve yerin yaratılışlarını düşünmeleri istenmiştir. Eğer Allah, bütün bunları yapabiliyorsa; sizi öldürüp tekrar diriltmeye, cennet ve cehennemi de yaratmaya muktedirdir, mesajı veriliyor.

Sonra da “Artık sen öğüt verip hatırlat! Sen ancak bir öğüt vericisi (hatırlatıcısın)” * gelir.

Yani onlara Tevhidin delillerini ve Allah’ın nimetlerini hatırlat. Onları imana davet et. Bu ayetin hemen ardından ise; “Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin” * ayeti gelmektedir.

Dikkat edilirse bu ayet, müşriklere İslam’ı tebliğden sonra geliyor. Yani, sen şirk koşanları Tevhid’e davet et. Ama bunca makul delile rağmen inanmazlarsa, onları zorlayarak inandırmak senin vazifen değildir. Zorla ve baskıyla onları Müslüman edemezsin. Senin görevin apaçık şekilde tebliğ etmekten ibârettir. Bu noktayı Rabbimiz şöyle açıklıyor:

“Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimize düşen açıkça tebliğden ibârettir.” *

“Rasûlümüz/Peygamberimiz” ifadesini, Allah’ın kullandığına dikkat edin! O halde biz de bu tabiri sıkça kullanmalıyız.

Başka bir ayet:

“Bizim üzerimize düşen apaçık tebliğden başkası değildir.” *

Bu izâhlardan sonra; az önce bahsettiğimiz gibi; Peygambere, müşrikleri iman konusunda zorlayıcı olmadığı, ancak öğütçü olduğu söyleniyor.

Bütün bu kısa, açıklayıcı ve etkili delillerden sonra kim inkâr ederse, onun çok ağır şekilde cezalandırılacağı; kimsenin Allah’ın hükmünden kaçamayacağı, mutlaka O’na dönüp hesap verecekleri bildiriliyor.

Şimdi bu sûrenin neresinde Müslümanlara: “İslam’ı yaşa, Allah’a isyandan sakın, O’na itaat et” demenin yasak olduğu çıkarılıyor? Böylesi bir düşünce makul ve tutarlı mıdır? Müslüman bir kişinin, nesline İslam’ı ta’lim ve terbiye etmesinden daha makul ne olabilir ki? Müslüman bir kimse ehline ve zürriyetine müşrikliği mi, mecusiliği mi, ateizmi mi öğretecek?! Yada ailesini bozuk fikirlerden korumayacak mı? Ehline karşı, onları koruma ve gözetme sorumluluğunu esirgeyecek mi? Birazdan zikredeceğimiz Hadis’de geçtiği gibi; ev halkına karşı çobanlık yapmayacak mı?

Peygamberimiz de:

“Her biriniz birer çobansınız ve her biriniz elinin altındakilerden sorumludur” * buyurmaktadır. *

“İnsanlar üzerinde bulunan devlet başkanı da çobandır ve o da idaresinde bulunan insanlardan sorumludur. Erkek de ev halkı üzerinde bir çobandır ve o ev halkından sorumludur. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır; o da bunlardan sorumludur. Hizmetçi ve köle de efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve o da bundan sorumludur. Dikkat edin! Her birerleriniz bir çoban ve her birerleriniz eli ve idaresi altındakilerden sorumludur.” *

İmam Buhâri bu Hadisi, Cumua ve ödünç isteme bölümlerinde de getirmiştir.

Demek ki, Müslümanların birbirlerine karşı hak ve görevleri vardır. Müslümanların birbirlerine karşı hukukuna dair sayılamayacak kadar Hadisler mevcuttur. İslam’da ruhbanlık ve inzivâ hayatı yoktur; kardeşlik ve karşılıklı sorumluluklar vardır.

Demek oluyor ki, bir kişi Sünnet ve Hadisleri devre dışı bırakmadan, nefsine uyup ayetleri çarpıtmadan; “Müslümana zorlama yoktur, din vicdan işidir, herkes ne hali varsa görsün” diyemez. Müslüman, din kardeşinin hayrı, iyiliği ve mutluluğu için çalışır, ona nasihat eder, ona karşı sorumluluk taşır. Hatta Müslüman, iman etmemiş olanların bile hidâyetini dert edinir. Onların da ebedi hayatta kurtuluşa ermeleri için gayret gösterir. Bu da mı zorlamadır!! İnsanların iyiliği, hayrı, saadeti, mutluluğu için çalışmak inancı ne olursa olsun herkesin yanında iyiliktir. Ama inanç konusu herkesin kendi tercihidir; tercihlere baskı olmaz! Allah, imtihan gereği tüm kullarına iman ve küfür arasında tercih iradesi vermiştir. Ama küfrü seçenleri de şiddetli bir azapla tehdit etmiştir.* Psikolojik bir yaklaşım olarak şunu da söyleyelim; her fert inandığı gibi yaşamadıkça mutlu olamaz. İman kalpte tasdik ile başlar. İnanmayana zorla inanacaksın denilebilir mi? Kur’an bu konuyu tek bir cümleyle özetliyor:

“Sizin dininiz sizin olsun, benim dinim de benim.” *

(Yusuf Semmak)

Her Hakkı, Allah Yoluna Mevkûftur.

Hakkında Yusuf Semmak

Araştırmacı, Yazar

BUNA'DA BAK!

Tâ-Hâ 109. Ayetin İ’râbı ve Tefsiri - Şefaat Konusu

Tâ-Hâ: 109. Ayetin İ’râbı ve Tefsiri – Şefaat Konusu

Hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. Salât ve selâm; Peygamberimiz aleyhisselâm’a, onun temiz ailesine, ashabına ve …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir