Zikir ve Zikrin Mahiyeti *
Rabbimiz: “Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikredin” * buyurmaktadır. Abdullah b. Büsr anlatır: Adamın birisi: “Yâ Rasulallah, İslâm’ın nafile ibadetleri bana ağır geldi. Bana, devamlı yapabileceğim bir şey söyle ki ona sımsıkı sarılayım” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah aleyhisselâm: “Dilin devamlı Allah’ın zikriyle ıslak kalsın” * buyurdu.
Kıyametin önemli alametlerinden birisi olan, ilmin ortadan kaybolup cehâletin artması ve ehil olmayan kişilerin hayatın her sahasında iş başına gelmesiyle İslâm’ın tüm değerlerine saldırılar olmuş ve İslâm’ın bir çok kelimeleri üzerindeki farklı yorum ve yaklaşım tarzları sonucu, insanlar din şemsiyesi altında fırka fırka olmuşlardır. Allah’tan gelen vahyi, Allah ve Rasûlünün iradesine uygun anlamak yerine, kendilerince kolay olanı tercih etmişler ve ayetler ile hadisleri kendi akıl ve anlayışlarına göre yorumlamışlardır. Oysa rahmet sahibi Rabbimiz bizlere bildirdiği buyruklarını bizzat kendisi açıklamış ve hiçbir kimseye dinine ilave ve eksiltmelerle müdahale hakkı tanımamıştır. İçi boşaltılan, manası daraltılan ve diğer dinî vecibelerle ilgisi kesilen Kur’anî kavramlardan birisi de, hiç şüphe yok ki zikir kavramıdır.
Günümüzde birçok insan ne yazık ki, zikir denince sadece “Allahu Ekber”, “Lâ İlâhe İllallah”, “Sübhânellah”, “Elhamdülillah”, “Estağfirullah” gibi bir takım kelimeleri belirli sayılarda ve zamanlarda defalarca, manasını düşünmeden, aslî vazifelerini bilmeden ve kulluğun gereğini icra etmeden tekrarlama olarak algılamaktadırlar. Asr-ı saadette örneği olmamasına rağmen, halkalar halinde bir araya gelen kişiler “Allah, Allah!” diyerek ya da Allah’ın bazı isimlerini söyleyerek veya sadece “Huu!” diyerek Allah’ı zikretme görevlerini yerine getirdiklerini sanmaktadırlar! Oysa koro halinde “Allah” ve “Huu” diye bağrışan insanların çıkarttıkları seslerden hiçbir harf ve kelime anlaşılmamakta ve çok nahoş bir görüntü oluşmaktadır.
Dârimi’nin rivâyetlerinden birinde, Ebû Musa el-Eş’arî bir sabah namazından sonra insanları, halkalar şeklinde, ellerinde taşlar olduğu halde, emir-komuta ile 100 defa Sübhânellah, 100 defa Lâ İlâhe İllallah ve 100 defa Allahu Ekber derlerken gördü ve bu durumu Abdullah b. Mes’ûd ile görüştü. Abdullah b. Mes’ûd duyduklarına çok kızarak, doğruca mescide gitti ve “Ey ümmet-i Muhammed! Helâkiniz ne kadar da yaklaştı. Hem de aranızda bunca sahabî varken, Rasûlullah’ın kefeni daha nemlenmedi, yemek tabağı henüz kırılmadı. Siz Muhammed ümmetinden daha çok mu hidâyet üzerindesiniz yoksa dalâlet (sapıklık) kapısını açanlar mısınız?” dedi. Onlar: “Ey Abdullah, vallahi iyilikten başka bir maksadımız yoktur” deyince, Abdullah: “Nice hayır uman insanlar vardır ki, asla umduğu hayrı bulamamıştır” diye cevap verdi. Amr b. Seleme’nin bildirdiğine göre, bu adamların çoğunluğu Haricilerle birlikte Nehrevan’da Müslümanlara karşı savaşmışlardır.
İslâm’da bâtıl ve bid’at yolundan hayra ulaşmak yoktur. İslâm’a göre niyet, amel, yol ve yöntem meşru olmalıdır. Yukarıda zikrettiğimiz sahih rivâyette, henüz selef döneminde iken, bazı insanların gerek iyi niyetle ve gerekse başka düşüncelerle Sünnette yeri olmayan zikir şekilleri uydurduklarını ve Rasûlullah’ın ashabının da bu yapılan iş karşısında hiddetlenip, onları bu bid’atten şiddetle sakındırdığını görmekteyiz. Bu ve sayısız bid’atin günümüzde ne kadar yaygınlaştığını varın, siz düşünün!
Bilinmelidir ki, Kur’an’da birçok manaları ihtiva eden “Zü’l vücûh” kelimeler vardır. Mukâtil b. Süleyman: “Kişi, Kur’an’daki birçok vecihleri görmedikçe hakiki fakih olamaz” diyerek bu inceliğe dikkat çekmiştir.
İslâm alimleri Kur’an’da zikrin 17 manada kullanıldığını tespit etmişlerdir. Bu 17 mana şunlardır: Bir şeyi telaffuz etmek, unutmamak için bir şeyi zihinde hazır bulundurmak, sadırda hâsıl olan şey, amele devam etmek, dilin zikri, hıfz (hatırda tutmak), taat ve ceza, beş vakit namaz, beyan, Kur’an, Hadis, şerâit’i bilmek, şeref, şükür, ayıp, Cuma namazı ve kalbin zikri. Kur’an’da geçen “zikrâ” kelimesi de, “zikir” anlamındadır. Sûfiyye’ye göre ise zikrin en yaygın anlamı, Allah’ı belli bir takım kelimelerle ve cümlelerle anmaktır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikredin.” *
Bu ayetin tefsirine dair İbn-i Abbâs şöyle der: “Hiçbir kimse aklını yitirmedikçe, Allah’ı zikretmeyi terk ettiği için mazur sayılamaz.” Allah’ı çokça zikretmenin anlamı, Allah’ı asla unutmamaktır. Mükellef yaşından, ölüm anına kadar, hayatın her noktasında, Allah’ın iradesi geçerli olmalı; onun ayetleri yaşanmalı, konuşulmalı, anlatılmalı, düşünülmeli, ezberlenilmeli, hatırlanmalı, hatırlatılmalı ve böylece Allah, hem iman, hem kavl, hem kalp, hem de fiil yönüyle zikredilmelidir.
Hâkim, İbn-i Hibbân, Ebû Ya’la ve Ahmed b. Hanbel’in, Ebû Said el-Hudri’den rivâyetle naklettikleri bir Hadis-i Şerif’te Rasûlullah aleyhisselâm şöyle buyuruyor: “Allah’ı zikretmeye çokça devam ediniz. Tâ ki (insanlar) size “deli” deyinceye kadar.”
Yine bu konuda Said b. Cübeyr şöyle der: “Zikir Allah’a itaat etmektir. Allah’a itaat etmeyen kimse isterse pek çok defa “Sübhânellah” desin, “Lâ İlâhe İllallah” desin, Kur’an okusun, Allah’ı zikretmiş olmaz!”
Allah’ı zikretmek farzdır. Allah’ı zikir sadece dille olmaz. Müslüman hem dil, hem amel, hem de niyet ve ihlâs ile Allah’a itaat etmelidir. Hayatın belirli vakitlerinde, bir köşeye çekilerek, belirli sayılarla bir takım kelime ve cümleleri söyleyerek değil; gece gündüz her an Tevhid ve ihlâs ile Allah’ın buyruklarını hatırda tutarak, Allah’ın rızasına muvafık hareket etmektir. Çünkü Allah’ın rızasına göre yaşayıp, İslâmî hükümleri hayatta ihyâ etmenin karşılığı Allah’ın rızası, cennet ve cennette Cemâl-i İlâhî’dir.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“O halde siz beni anın (zikredin) ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” *
Allah’ın ismini gündemde tutarak, Allah adına iş yapmak ve yaptıklarımızı Allah dediği için yapmanın karşılığı, Allah’ın kuluna rahmetiyle tecelli ederek, ona sevap vermesi ve günahlarını bağışlamasıdır. Bakara Sûresi 152. Ayette belirtildiği gibi, biz nankörlük etmeden, hamdederek ve şükrederek Allah’ı zikredersek, Allah da karşılığını mutlaka verecektir.
Yukarıdaki Hadis’te de belirtildiği gibi; milyarlarca fikir, tercih, teklif, arzu ve menfaatlerin olduğu, bu isteklerin çoğu zaman da çatıştığı bir dönemde, tek bir yola uyan, sadece Allah’ın iradesi ve emirleri istikametinde bir hayat yaşayan Müslümanlara, diğer insanlar “deli” diyeceklerdir. Haramdan, fâizden, rüşvetten, zinadan, fuhşiyât ve malayani’den uzak duran, Allah’ın hadlerini kabul edip, erdemli-faziletli bir hayat tarzını seçen güvenilir, dürüst ve doğruluk timsali olan Müslümanlar, onlara göre delilerdir. Çünkü onlar, önlerine çıkan fırsatları değerlendirmeyip, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak, malları ve nefisleriyle Allah’a ibadet etmekte ve topluca Allah’ı zikretmektedirler. Bu bağlamda sofilerin sözü olan “deli olunmadan veli olunmaz” cümlesi ile açıklamakta olduğumuz bu Hadis arasında bir uyum olduğu sanılmamalıdır. Çünkü İslâm’da ne velilik müessesesi(!) vardır, ne delilik!
Allah’ın istediği şekilde iman eden, Rasûlullah’ın Sünnetine uygun amel işleyen her mü’min velidir. Sufîlerin de benimsediği, Hulasatu’l Beyan fi Tefsiri’l Kur’an adlı tefsirinde Mehmed Vehbi, “veli” kavramını şöyle tanımlamaktadır: “Veli, itikâd-ı salih ile itikad eden, amel-i salih ile amel eden; evâmir (emirler)e imtisal eden (tutunan, uyan) ve nevâhi (yasak olan şeyler)den ictinâb eden (uzak duran) kimsedir.” Görüldüğü gibi, veli; sahih bir itikad ile iman eden, Sünnete uygun amel eden yani Allah’ın farzlarını yerine getirip, yasaklarından kaçınan kimseye verilen bir isimdir. Müslüman olduğu halde bunları yapmayan ya da “yapmam” diyen bir Müslüman olur mu? O halde her Müslüman Allah’ın velisidir. Veli, “dost” demektir. Kişi ya Allah’ın dostudur ya da şeytanın! İnsanlar bu noktada iki gruba ayrılırlar: Evliyaullah (Allah’ın dostları) ve Evliyauşşeytan (şeytanın dostları). Bazı kimseler, “biz veli değiliz” derler. Peki siz, şeytanın velisi misiniz? İman, İslâm, takvâ, ihlâs, ihsan bakımından her Müslüman eşit seviyede olmadığı gibi, dostluk bakımından da elbette, bu sayılanların derecelerine uygun şekilde farklı mertebeler bulunmaktadır. Çünkü Allah katında üstünlük takvâ iledir.
Müslümanlar, takvâ üzere bir hayat yaşadıkları zaman Allah’ı zikretmiş olurlar.
Rabbimiz şöyle buyurur:
“Şüphe yok ki o Zikr’i (Kur’an’ı) Biz indirdik ve onun koruyucusu olan da elbete Biziz.” *
Kur’an, takvâ sahipleri için bir rehberdir. Dosdoğru yolun kılavuzudur. Kur’an’ın tüm ayetlerini okumak, onlar üzerinde düşünmek, onları tebliğ etmek, o ayetlere göre hayat yaşamak, Kur’an ilimlerini öğrenmek ve öğretmek, Kur’an’ın hükümlerini korumak, Kur’an’a ve İslâm’a saldıranlara karşı cihad etmek, ümmet ve din kardeşliğini tesis etmek, ilim ehli alimler yetiştirmek adına mallardan, vakitten ve imkânlardan harcama ve fedakârlıklar yapmak, Kur’an hükümlerinin hayatla bütünleşmesi adına bedenen hizmet etmek birer zikirdir.
Yine Rabbimiz şöyle buyurur:
“Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (zikrederler), göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler): “Rabbimiz, Sen bunları boş yere yaratmadın. Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru!” *
Bütün bu söylenenlerden sonra şunu anlıyoruz ki, Müslümanın 24 saati zikir olmalıdır. Yerken-içerken, gezerken, ticaret yaparken, evlenirken-boşanırken, insanlarla görüşürken-ortaklık yaparken, uyurken-uyanırken, hastalanınca-iyileşince, amansız hastalığa yakalandığında-ölüm döşeğinde her halükârda Allah’ı anmalıdır. Müslüman, hayatının her anında Allah’ı hatırında tutmalı ve O’ndan gâfil olmamalıdır. Kalp ve azalar mâsivallah (Allah dışındaki şeyler) ile meşgulken, dilin tesbih, tehlil ve tahmid’i zikir değildir. Kalbin gafleti anında dilin tesbih, tehlil ve tahmid’i ise etkisiz ve zayıf bir zikirdir. Bu zikri yapan dil, günah işleyen ve boş şeyler konuşan, boş duran dilden üstündür. En üstün zikir ise, dilin söylediğinin kalbe yerleşmesi, iman olarak istikrar bulması ve azalara tesir ederek hayata yön vermesidir. Peygamberimizin, “Dilin devamlı Allah’ın zikriyle ıslak kalsın” * buyruğundaki mana da bu olsa gerek.
Yüce Allah bizlere, gönülden, içtenlik ve takvâ ile zikretmemizi emrediyor:
“Rabbini içinden yalvararak ve (azabından) korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an (zikret) ve gâfillerden olma!” *
Sonsuz rahmet sahibi Rabbimiz, iman sahibi erkek ve kadın kullarının kendisine itaat ve teslimiyetinden övgüyle bahsederek, onları mağfiret ve büyük bir ecir ile müjdeliyor:
“Doğrusu Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar, itaate devam eden erkeklerle itaate devam eden kadınlar, sâdık olan erkeklerle sâdık olan kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a zilletle boyun eğen erkeklerle boyun eğen kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, gizli yerlerini koruyan erkeklerle (gizli yerlerini) koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan (zikreden) erkeklerle zikreden kadınlar için Allah, bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” *
Rabbimiz bizleri de, kendisine teslimiyet ve zikir üzere sabit kılarak, bu müjdenin muhataplarından kılsın. Âmin!