Bu kısa yazımızda, son elçi olan Hz. Muhammed aleyhisselâm Efendimize itaat etmenin ve ona ittibâ etmenin farziyeti üzerinde duracağız. Fakat uzun cümleler yerine kısa ve özlü ifadeler seçtik ki, okuyucu sıkılmasın ve meselenin özünü, hakikatini bir çırpıda anlasın.
Öncelikle, bu konuda bilgisi olmayanları da hesaba katarak, üzerimizdeki cahiliyye tortularını ve tozlarını silkeleyecek olan, çarpıcı bir Ayet-i Kerime ile söze başlayalım:
“Peygambere itaat eden gerçekten Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse; zaten Biz seni onların üzerine koruyucu (gözetleyici) göndermedik.” *
Arkadaşlar, Peygamberimizin tüm yaşantısı bizim için tek örnektir. Ancak Efendimizin Hadislerini ve Sünnetini öğrenerek onun yaşantısını öğrenebiliriz ve hayatımızda tatbik edebiliriz.
Özellikle ihtilâfların arttığı günümüzde, Rasûlullah’ın Sünneti bizim için ilaç gibidir. Hem de yan etkisi bile sadece hayır olan bir ilaç.
Fikirlerin, nefislerin, dünyalıkların ve zevklerin peşine düşüldüğü bir zamanda; vahiyle dirilmemiz ve Sünnetle kendimizi bulmamız gerekir.
Sünnet; herkesin farklı bir tarafa koşuşturduğu fikir karmaşalarından ve amel labirentlerinden çıkış haritasıdır.
Sünnet; yolda kalmışlara, yolunu bulamayanlara bir rehber, bir pusuladır. Kavşaklarda, yol ayrımlarında trafik işaretleridir.
Çölde, dağda, ormanda, denizde yol gösteren bir yıldızdır Sünnet. İnsanlık için İlâhî rahmettir; gönüllere, ruhlara huzur veren manevî esintilerdir.
Sünnet, Kur’an’ın görüntüsüdür. Satr’lardaki İlâhî nizamın, sadr’lara işlemiş, hayat bulmuş hâlidir.
Peygamberimizin hayatı, ete ve kemiğe bürünmüş bir Kur’an’dır. Hz. Âişe annemizin dediği gibi; O’nun ahlakı Kur’an’dan ibarettir.
Kur’anla dirilmek, Kur’an’la bütünleşmek, Kur’an’ın görüntülü örneği olmak, onunla hemdem olmak ve tüm adımlarımızı Kur’an’a uydurmak için, başka kaynaklardan fikirler ve ideolojiler ithal edip moda ya da modernizm adı altında onlara tutunmak yerine, Sünnete sımsıkı sarılmalıyız! Belki, her asırda icad edilen fikir, kültür ve anlayışlara uymakla kişi, modernist olabilir ama bid’atçi olmaktan da kurtulamaz. Bu nedenle Müslüman Peygamberimizin Sünnetine uymalıdır.
Allah da onun ahlakını Kur’an’da övmüştür:
“Şüphesiz ki sen (ey Muhammed) çok büyük bir ahlaka sahipsin” *
Rabbimiz Kur’an’da, Allah’ı sevenlere, Allah’ın sevgisini kazanmak ve bağışlanmak isteyenlerere Peygamberine uymalarını emrediyor:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” *
Rabbimiz, Nisâ: 59’da da mü’minlere, her hangi bir konuda ihtilâfa düştükleri zaman; meseleyi Allah ve Rasûlüne götürmeleri emredilmektedir:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygambere de itaat edin. Ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasûlüne götürünüz. Bu, hem daha hayırlı hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.”
Ahzâb Sûresi 36’da da, Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiği zaman, iman edenlerin başka bir yolu seçme hakkı olmadığı bildiriliyor:
“Allah ve Rasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse, şüphesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.”
Ahzâb: 36’ya göre; “Ben Mü’minim” diyenin, Allah’ın hükümlerinin aksine bir görüşü benimsemesi ya da fikir özgürlüğüne inanması imkânsızdır!
Bu söze benzer bir ifadeyi günümüzde bir insan söyleseydi, çağdaşlar, hemen o kişinin gerici, yobaz, tutucu, fikir özgürlüğüne karşı, insan hak ve özgürlükleri karşıtı bir kimse ve buna benzer daha ne kadar teraneler uydurup, o kimse hakkında hezeyanlar düzerlerdi, değil mi? Bu sözü Allah dediği için direkt olarak, “bu yanlış” diyemiyorlar ama Ayete zıt anlamlar yükleyerek, İslamî bir kılıfla İlâhî İradeye karşı geliyorlar! Ciltlerce kitap okuyup da Kur’an’ı okumamış olan sözde aydın geçinen pek çok kimse Ayet olduğunu bilmediği için, bazen Müslümanların söylediği Ayet mefhumlarına itiraz etmiyorlar mı?! Ayetler karşısında Allah’ın kullarının takınması gereken tavır böyle mi olmalıdır?
Oysa Müslüman açısından durum hiç de öyle değildir! Allah’a iman eden bir mü’mine göre; Kur’an’da ne varsa hepsi doğrudur. Kur’an, Allah’ın Kitâbıdır. Allah’ın bildirdiği herşey haktır. Bunun aksine üretilen fikirler bâtıldır, zanndır, iftiradır, kuruntudur, yalandır, yanlıştır!
Ayrıca İslam’a göre, fikir özgürlüğünün çerçevesini Allah çizer. Allah’ın irâdesine karşı gelerek fikir beyan etmeyi, Kur’an; Allah’a isyan kabul eder. Allah’ın “var” dediğine “yok” demek, “özgürlük” değil, en büyük cehalettir!
Müslüman her konuda hem Kur’an’a hem de Sünnet’e uymalıdır. Birini alıp diğerini atmak asla câiz değildir. Sünnet, Kur’an’ın açıklayıcısıdır.
Bu konuda Kur’an şöyle der:
“Biz sana Zikri (Kur’an’ı) indirdik. Tâki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıklayasın.” *
Ayette çok açık şekilde Peygamberimizin tebyîn (açıklama) görevine işaret ediliyor. Ayeti düz bir tercüme ile tekrar okuyalım:
“İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlarda iyice düşünsünler diye, Biz sana bu Zikri (Kur’an’ı) indirdik.” *
Sünnet konusunu işlerken; bu Ayeti de Peygamberin Sünnetini ve tebyîn (Kur’an’ı açıklama) vazifesini inkâr edenlere delil olarak sunduk.
Bu Ayette bahsi geçen, Peygamberimizin tebyîn görevinin ifasının sadece dil ile değil aynı zamanda uygulama ile olacağı gerçeğine de dikkat çekelim!
Nahl: 44’deki, Rasûl’ün insanlara vahyi açıklama görevinin zikredilmesinde özellikle Rabbimizin, elçisini insan olarak göndermesindeki hikmetlerine de işaret vardır.
Allah dileseydi, Kitâb’ı bir melek aracılığıyla gönderebilirdi ya da herkese ayrı ayrı Kitâb da verilebilirdi.
“De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmiş yürüyen melekler olsaydı, Biz onlara gökten melek bir Peygamber gönderirdik.” *
Fakat bu durumda Kitâb’ın pratiği olmazdı. Melekler, insanlar gibi olmadıkları için, insan için örnek olamazdılar. Yani onların Sünneti, insanlık için model olamazdı. Allah, insan peygamber göndermiştir ki, onun Sünneti, kendi kulları için örnek ve delil olsun.
Ya da herkese ayrı ayrı kitap verilmiş olsaydı, herkes elindeki kitabı dilediği gibi okur ve dilediği şekilde anlardı! Bunun sonucunca nefisler istikametinde, bâtıl yorumlarla Ayetler tahrif edilmiş olurdu. Allah, bir insan göndermiştir ki, hayatı ve sözleri, açıklamaları iman edenler için en güzel örnek olsun, yaşantısıyla insanlara rehberlik etsin. Gönderdiği Kitabını, kullarına, yüce iradesine uygun şekilde açıklasın.
Demek ki, Rabbimizin insanlar arasından elçi seçmesindeki hikmetlerinden belki en önemlisi, seçtiği elçinin sünnetinin yani yaşam tarzının ve Kur’an Ayetlerini açıklarken ifade buyurduğu Hadislerinin delil olmasını irade buyurmuş olmasıdır.
Peygamberimizin Sünnetine sımsıkı yapışmanın gereğini reddetmek ne makuldür ne de insanları ikna edebilir. Bu konu, delillerle sabittir.
“Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü ümit eden ve Allah’ı çokça anan kimseler için, Rasûlullah’ta güzel bir örnek vardır.” *
Bu konuya Yüce Rabbimiz böylece noktayı koydu. İman edenler için Peygamberimiz en güzel modeldir, tek önderdir, tek rehberdir.
Rabbimizin; “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse de sakının” * İlâhî fermanı gereği, Rasûlullah’a itaat etmenin farziyetini inkâr etmek küfürdür.
Rasûlullah’ın bu Ayette örnek alınması hususunda görüş ayrılığı vardır: Yani bu örnek alma gereği, vücub mu yani farziyet mi ifade eder? Yoksa müstehablık mı ifade eder? Bu durum önemlidir. Zira, vücub ifade ettiği söylenecek olursa; Rasûl’ün her sünnetini farz veya vâcib kabul etmek gerekir; Rasûl’ü örnek almanın hükmü müstehab denilse, o zaman da ona uymak müstehab olur.
Bu Ayeti (Haşr, 7) üç şekilde anlayabiliriz:
1) Onun örnek alınmasının müstehab olduğu delille ispat edilemediği sürece, vücub ifade eder.
Yani bir konuda Peygamberimizin Sünnetinin hükmünün delille müstehab olduğu ispatlanırsa o müstehabtır; yoksa vâcib (farz)dır.
2) Vücub ifade ettiğine dair delil ortaya konuluncaya kadar müstehablık ifade eder. Bu görüşe göre ise; Efendimizin bir Sünnetinin vücuba delâlet ettiği delille ispat edilemediği durumda, o uygulama müstehab sayılır.
3) Diğer bir tefsir şekli de, dini meselelerde Vücub, dünyevi meselelerde müstehablık ifade eder.
Sonuç olarak şunu söyleriz: Müslüman, Peygamberimizin bütün Sünnetlerine uymak için büyük çaba sarfeder. Bu takvâ yoludur.
Bu konuda Selef-i Sâlihîn’in ahlakı, Peygambere her husunda titizlikle ittibâ etmek şeklinde idi.
Onlar farz’a, vâcib’e ya da müstehaba bakmadan ve gevşeklik göstermeden Rasûl’e uyarlardı.
Peygamber bir emir verdiği zaman selef; “bu emir, farz mı?” diye düşünmezdi! Hemen büyük bir azim ve iştiyakla o emre sarılırlardı.
Efendimiz, bir tavsiyede bulunduğunda ise; “Tavsiye, vücub ifade ediyor mu?” hesabına girmezlerdi. Onlar, bu güzel örneklikleriyle, vahye itaatin zirvesindeydiler. Bu güzel ahlakları ve takvâları nedeniyledir ki, kendilerinden sonra gelecek olan haleflerine kıyamet gününe kadar, Kur’an’da örnek gösterilmişlerdir. Muhâcirîn ve Ensâr’a güzelce uyanlardan, Allah’ın razı olduğu belirtilerek, bizlere, onları örnek edinmemiz emredilmiştir.
Sahabe, şu İlâhi emri temel ilke kabul etmişti:
“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının.” *
Sahabe biliyordu ki: “O hevâsından konuşmaz. O, (kendisine) bildirilen bir vahiyden başkası değildir.” *
Bu nedenle onlar, vâcib’i Müstehab’ı ayırmadan Peygamberin tüm hayatına A’den Z’ye titizlikle ve şevkle sarılıyorlardı.
Bu nasihatımızda Peygambere ittibâ yani Sünnete tâbi olmanın gereği üzerinde durduk. Peygamber’e ittibânın gereğini Kur’an ile ispat ettik.
Rabbimiz bizleri, Peygamberimizin Sünnetine en güzel şekilde tâbi olan kullarından kılsın, inşâallah. Âmin.